Türkiye Cumhuriyeti tarihinin ilk kadın valisi olarak Muğla’ya atanan Lale Aytaman ile söyleşimizi İstanbul Çengelköy’de ki evlerinde yaptık. Eşi Emekli Büyükelçi Reha Aytaman ile birlikte mütevazi bir yaşam süren Aytaman’ın duruşu, bilgi ve donanımı tam ve kendinden emin konuşmaları ile bir kadın liderdi. Disiplinli ve prensiplerine bağlı sağlam bir kişilik vardı karşımda.
Sohbetimiz ilerledikçe, o kadın liderin içinde bambaşka bir insan daha olduğunu gördük. Dost canlısı, samimi ve candan gülümsemesi ile BG yazarlarından Başar Münir kardeşimle ikimizin gönlünde adeta taht kurdu.
Lale Aytaman Kocaeli’nin Kandıra ilçesinde doğmuş. Siyasetin içinde, CHP’li bir aile içinde büyümüş. Babası şehrin ileri gelenlerinden Dr.Abdullah Köseoğlu, dayısı da eski Başbakanlardan Nihat Erim. Valilik yaptığı sırada siyaseten büyük zorluklar yaşamış, lakin hepsini boğuşarak bertaraf etmiş.
Lale Aytaman’ın başlangıcına belki de biraz daha geriye gidelim. Ne dersiniz?
-“Anladım. İkinci Dünya Savaşının sonlarına doğru, 1944 yılında dünyaya geldim. Doğduğum yıllarda ülkeyi, Mustafa Kemal Atatürk’ün en yakın silah arkadaşı İsmet İnönü’nün başkanlık yaptığı ve Şükrü Saraçoğlu’nun Başbakan olduğu Cumhuriyet Halk Partisi Hükümeti yönetiyordu. Baba tarafımız Batum’dan göç ederek, Kandıra yakınlarında Sakarya’ya bağlı Turnalı köyüne yerleşmişler. Dedem Sait Molla dört evladından birisini, babam Dr.Abdullah Köseoğlu’nu ineklerini satarak okutmuş. Tıp Fakültesinin son sınıfında da, kendisi gibi Kandıralı olan annem Mukadder Raif Erim’e aşık olmuş ve genç yaşta evlenmişler…”
Bu arada Lale Aytaman’ın isminin nereden geldiğini de ben anlatayım size;
Anne Mukadder Raif hanım lisedeyken apandisit ameliyatı oluyor. Babası Dr.Abdullah Bey, küçük yaştan beri tanıdığı ve sevdalı olduğu Mukadder Raif Hanım’a bir buket lale gönderiyor. Lakin Mukadder Raif hanım ‘Ne münasebet’ diyerek laleleri kabul etmiyor önce. Etrafındakilerin telkini ile sonunda inadından vazgeçip, laleleri kabul ediyor. Mukadder Raif Hanım ile Dr.Abdullah Bey evlendikten iki yıl sonra İstanbul Alman Hastanesi’nde bir bebekleri oluyor. Adı da “Lale” oluyor…
Çocukluk ve ilk gençlik çağlarınızdan da konuşalım mı?
-“Yetiştiğim çevrede tevazu çok önemli bir erdemdi. ‘Yeni ayakkabılarını öyle herkese gösterme, alamayanlarda olur, üzülürler’ derdi annem. Babam öylesine bir sevgiyle “kızım” derdi ki, kendimi dünyanın en önemli insanı hissederdim. Annem ise özellikle görgü kuralları üzerinde titizlikle durmasına karşın, önüme çıkan fırsatları değerlendirmem için de bana daima cesaret verirdi. Tevazu ve sadelik bizlere ilk öğretilen ve unutmamıza da asla fırsat verilmeyen niteliklerdi…”
O yıllar “Yerli malı, yurdun malı, herkes onu kullanmalı…’ sloganının söylendiği yıllardı ve Lale Aytaman yaşamında bir prensip haline gelen bu anlayışı da şu cümleler ile anlatıyor; “Çevremizi temiz tutardık, özellikle giyim kuşam konusunda azla yetinirdik. Ayakkabılar tamir ettirilir, çoraplar yamanır, elbiseler ters yüz edilirdi. Har vurup harman savrulmaz ve tutumlu olunurdu. Bu bizim ilkemizdi ve bu güne kadar da bu prensiple ve bu anlayışla yaşadım…”
Dört yaşlarında Ankara’ya yerleşiyorlar ve altı yaşında İlkokula başlıyor Lale Aytaman. Ankara’da bir çok önemli şahsiyetle tanışıyor. 1950’li yılların Ankara’sını anlatmaya başlıyor;
-“Çocukluğumun Ankara’sında mütevazi bir yaşam vardı. Genellikle bürokrat, politikacı, Üniversite mensupları ve memurlar vardı. Bu gün gibi görkemli evler, gösterişli yaşam biçimleri yoktu. Tiyatro, konser ve sinemaya da gidilirdi. Yoktan var ederek bir yaşam standardı tutturulmaya gayret edilirdi. Çocukluğumda hiç küfür duymadım…”
Lale hanım İlkokul ikinci sınıfa geçtiğinde, Dr.Abdullah Bey’in askerlik zamanı geliyor ve kurada da İzmit’i çekince, aile uzun yıllar yaşayacağı İzmit’e taşınıyorlar. Ama çocukluğunun en renkli günlerinin geçtiği Kandıra onun için çok başka anlam taşıyor.
Bu arada Kandıra çok özel bir kasabadır; Nihat Erim (Bayındırlık Bakanı-Başbakan Yardımcısı-Başbakan), Turan Güneş (Dışişleri Bakanı), Fethi Aşkın (Ticaret ve Gümrük Bakanı) gibi siyasetçiler ile birlikte Mustafa Kandıralı gibi bir klarnet ustası ve tanınmış vaizlerden Amir Ateş bu kasabada yetişmiştir. Tabii bir de Türkiye’nin ilk kadın Valisi Lale Aytaman…
Dayınız Nihat Erim’den de konuşalım mı?
-“Dayım Nihat Erim yıldızı yükselen genç bir siyasetçiydi. Sıhhiye, Sağlık sokaktaki evleri neredeyse hiç boş kalmazdı. Çok önemli konular konuşulur, tartışılırdı. CHP’nin önde gelen simalarını bu evde gördüm ve tanıdım. İsmet İnönü ve Mevhibe hanımdan övgü ile bahsedilirdi. Dayım Hasan Saka hükümetinin (1948-1949) Bayındırlık Bakanıydı. Şemsettin Günaltay hükümetinde de (1949-1950) Başbakan yardımcılığı yapmıştı. Bu makama geldiği için siyah bir otomobil tahsis edilmişti. O yıllardan aklımda kalan en özel şey; yengem ve dayımın çocuklarının, bu otomobile binmedikleriydi. O günlerden öğrendiğimiz bu anlayıştan dolayı, Valiliğim döneminde ofisime yürüyerek giderdim. Ev alışverişlerini de eşim Reha ile birlikte kendimiz yapardık. Devletin malını hiçbir zaman özel işlerimizde kullanmadık. Bu çocukluğumuzda aldığımız terbiyenin ve eğitimin sonucudur. Milletvekilliği yaptığım dönemde bakanların araçlarının içini ısıtmak veya soğutmak için saatlerce çalıştırıldığını, bakan çocuklarının ve eşlerinin özel işleri için bu makam araçlarının nasıl kullanıldığı gördüğümde içim sızlamıştı…”
Nihat Erim nasıl bir siyasetçiydi?
-“Ben çocuk yaşlarımdayken bile onun siyasi üslubundan çok etkilenmiştim. Onu herkese, her fikre saygı duyan gerçek bir demokrat olarak tanımıştım. Siyasetin en gergin olduğu ortamlarda bile, en sert eleştirilere dahi sükunetini bozmadan yanıt veren dayımın bu tarzı benim çok hoşuma giderdi. Daima ağırbaşlı, ciddi bir görüntüsü vardı. Avrupa demokrasi kültürünü gerçekten benimsemiş, vatanını seven bir entelektüeldi…”
Nihat Erim 12 Mart gibi çok çetin bir dönemde sorumluluk aldı ve bedelini de çok ağır bir şekilde ödedi. Nihat Erim’in 1980 yılında bir suikast sonucu öldürülmesi ailede bir şok etkisi yaratıyor. İsyan ediyor hala ve içini şöyle döküyor;
-“Dayıma yakışmayan bu acı sonu düşündükçe kendi kendime hep ‘Keşke böyle karmaşık bir dönemde ve askeri bir müdahalenin ardından başbakan olmasaydı. Belki ileride daha normal koşullarda hizmet etme olanağı bulur ve bu akıbete uğramazdı.’ demeden edemiyorum. 1980’de ülkede büyük bir gerilim vardı. Dönemin sorumlularından Süleyman Demirel ve Bülent Ecevit, gereken gayreti göstermiyor, bu gerilimi bir türlü yumuşatmıyorlardı. Nihat Erim bir bakıma bu siyasi gerilimin kurbanı olmuştu…”
Babanızın siyasi yaşamından da kısaca bahsedelim mi? Böylelikle o günlerin siyasi yaşamına da bir göz atmış oluruz diye düşünüyorum.
-“Babam İzmit Askeri Hastanesi’ne yedek subaylık görevini tamamladıktan ve çocuk hastalıkları mütehassısı olarak kendi özel muayenehanesini açtıktan sonra CHP’nin çeşitli kademelerinde görev alarak Kocaeli’nde siyasi yaşamın bir parçası haline geldi. İlçe ve il başkanlığı gibi görevlerde bulundu ve 1975 yılında da Kocaeli Senatörü oldu. Babam Ankara’daki Meclis’in havasını gördükten sonra söylediği şu sözü hiç unutamıyorum; ‘Uzaktan baktım pek çok, yanına varım hiç yok…’ Babamın yarı ömrü CHP ve siyasi çalışmalar içinde geçmiştir. Bu nedenle de başına gelmedik kalmadı diyebilirim…”
Anlaşılan çocukluğunuz siyaset ile iç içeymiş…
(Gülümseyerek İsmet İnönü ile yaşadığı bir anısını da anlatıyor)
-“Bir akşam İsmet Paşa’nın tren ile Ankara’dan İstanbul’a geçeceği bildirildi. Ben ve küçük kardeşim, annem ile babamın peşine takılıp istasyonda İsmet Paşa’yı karşılamaya gittik. Tren istasyona girince halk coşku ile İsmet Paşa’ya sevgi gösterisinde bulunuyordu. Ben de Nazmi amcamın yanındaydım. İsmet Paşa Nazmi amcamı görünce gülümseyerek selam verdi ve elini uzattı. Nazmi amcam da beni omuzuna oturttu ve İsmet Paşa’ya; ‘Paşam bakın Nihat Erim’in yeğeni Lale. Sizin elinizi öpmek istiyor…’ dedi. İsmet Paşa’da aşağı doğru uzanarak ellerimi ellerinin arasına aldı, yanağımı okşayıp ‘Dayına bir yanak götüreyim mi?’ diyerek ufak bir makas aldı. Ben de koskoca İsmet Paşa’nın bana gösterdiği teveccühten dolayı mutluluktan uçuyordum…”
Anneniz Mukadder Raif hanımdan da konuşalım mı?
-“Annem CHP’nin İzmit’te kurulan ilk kadın kollarında, Saliha Yazıcıoğlu ve genç politikacı Leyla Atakan ile birlikte çalıştı. Nitekim İzmit’deki Fuar Alanı “Leyla Atakan” ismini taşıyor. Kadın Kollarının kuruluşu için Ankara’dan Mebrure Aksoley hanım gelmişti. Annem Yardımsevenler ve Türk Kadın Birliği gibi sivil toplum kuruluşlarının faaliyetlerinde de aktif olarak yer alırdı. Sosyal yaşamda yoğun bir şekilde yer aldığından, babamın siyasi çalışmalarına da destek vermiş oluyordu. Ankara ve İstanbul’dan gelen siyasetçiler evimizde ağırlanırdı. Kocaeli’ne sık sık gelen dayım Nihat Erim önce bizim eve gelir babam ve diğer partililer ile konuşur, istişareler yapar, sonra ilçeleri dolaşmaya giderlerdi…”
“1950’li yıllarda ise çok partili sürece girilmiş ve Demokrat Parti dönemi başlamıştı. CHP diktatörlük ile suçlanmıştı anca Demokrat Parti umulduğu gibi ülkeye siyasi ve sosyal özgürlükleri getiremedi. Vatan Cephesi ve Tahkikat Komisyonları gibi oluşumlar ile ülke iyiler ve kötüler şeklinde adeta iki kutba ayrılmıştı. Muhalefet yanlısı bir aileye ve çevreye mensup olduğum için, özgürlüklerin kısıtlanmasının, antidemokratik uygulamaların, ne kadar olumsuz etkilerinin olduğunu; aşırı sert muhalefet yürütmenin de hiçbir yarar sağlamadığını çok küçük yaşlarda bizzat yaşayarak öğrendim. Yaşamım boyunca çok partili hayata geçişi, 1955’de 6-7 Eylül olaylarını, 27 Mayıs 1960 İhtilalini, 12 Mart 1971 Muhtırasını, 1974 Kıbrıs Barış Harekâtını, 12 Eylül 1980 İhtilalini, 28 Şubat sürecini, ASALA Terör Örgütünün özellikle diplomatlarımıza yönelik saldırılarını, PKK’nın çıkışı ile yaşanılan terörü, Susurluk gibi Türkiye için dönüm noktaları sayılabilecek birçok önemli olaya bizzat içinde bulunarak tanıklık ettim…”
Siz 60 İhtilalini de yaşayanlardansınız. O dönemi ve psikolojisini anlatabilir misiniz?
-“Cumhuriyet tarihimizin ilk ihtilali 1960 yılında yapıldı. Yassıada mahkemeleri kuruldu, Menderes ve arkadaşları maalesef elim bir şekilde canlarını yitirdiler. İhtilalin ilk günlerinde, acı çekmiş olan muhalefetin memnuniyetini görüyordum. Ancak günler geçtikçe mahkemelerin seyri, olayın boyutlarını değiştirmeye başladı. Bu değişimle birlikte muhalefetin memnuniyeti yerini önce hayal kırıklığına, ardından endişeye ve en sonunda da acıya bıraktı. Böylesine karmaşık bir döneme çocuk yaşlarda tanık olmam, karakterimin karşıt fikirlere karşı saygı duyacak şekilde gelişmesine neden oldu…”
Lale Aytaman bu sırada çok önemli bir noktaya parmak basarak bütün politikacıların kulaklarına küpe yapması gereken şu cümleleri söylüyor; “60’lı yılların ardından 70 ve 80’de de benzer olayları yaşadık. Hatta şimdi de çok yoğun bir şekilde yaşıyoruz. Milletce yaşadığımız bu olaylardan benim çıkardığım sonuç; politikada aşırı sertliklerin, özellikle de iktidarda bulunanların ortamı geren davranışlarının, daima vahim sonuçlar doğurabileceğidir…”
Ne kadar da doğru bir çıkarım değil mi?
Lale Aytaman belki annesinin Almanca bilmesinin etkisi ile Sankt Georg Avusturya Kız Lisesi’ne yatılı öğrenci olarak kabul ediliyor. Aytaman’ın bu okula sınavda aldığı yüksek bir puanla girdiğini de ekleyelim.
-“Okulda arkadaşlarım ile ilişkilerim ve derslerim çok iyiydi. Bodrum’un yerlilerinden Gündüz Nalbantoğlu ile evli olan Ümit hanım hala açık açık benden nasıl kopya çektiğini anlatır. Ümit ve diğer birçok arkadaşım ile okulda çok şey paylaştık…”
Avusturya Lisesi size başka bir dünyanın kapılarını açarak, Batı kültürü ile tanıştırdı diyebilir miyiz?
-“Çok doğru bir soru. Avusturya Lisesi’nde doğal olarak Batı kültürüyle de tanışıyorduk. Etüd saatlerinde çok uslu olursak, ödül olarak hoparlörden Viyana valsleri yayınlanırdı. Bir zamanlar ünlü bir balerin olduğu söylenen Schwester Teophana, bizlere teras katında, Galata Kulesi ve Haliç’e bakan manzaralı salonda vals dersleri verir, ayrıca zaman zaman görgü kuralları üzerine konuşmalar yapardı…”
Lale Aytaman Lise birinci sınıftayken, 1962 yılında Amerikan Field Service (AFS) Programı kapsamında üç arkadaşı ile birlikte ABD’ye gitmek üzere seçilirler.
-“ABD’de orta halli bir ailenin yanında, misafir öğrenci olarak bir yıl kaldım. Amerikan High School-Lise eğitimi bizden çok farklıydı. Burada öğretmenler öğrenciler ile arkadaş gibiydiler ve herşey tartışmaya açık oluyordu. Kendimizi ülkemizin temsilcisi olarak görüyor ve en iyi şekilde tanıtabilmek için elimizden geleni yapıyorduk. Amerika’da bir çok kenti dolaşma fırsatımız oldu. Washington’da Beyaz Saray’a kabul edildik ve Başkan Keneedy’nin bizlere hitaben yaptığı konuşmanın ardından, diğer arkadaşlarım ile birlikte elini sıktım. Sanırım ABD’de geçirdiğimiz bu bir yıl içinde oldukça olgunlaşmış, ufukları genişlemiş gençler olarak döndük ülkemize. Okulda da Schwester’ler bize yetişkin muamelesi yapıyorlardı. Birlikte Amerikaya gittiğim arkadaşım Gülsen’le sınıf atlayarak, arkadaşlarımızdan bir yıl önce mezun olduk liseden…”
İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Alman Dili ve Edebiyatı Bölümü sınavını kazanan Lale Aytaman’ın Üniversite yaşamı da başlamış oluyor. Çok seviyor bölümünü, hatta eğitimini Almanya’da yapmak istiyor ve şans onun yüzüne gülüyor. Belki de bir rastlantı. Bir yıllık bir burs ile gittiği Hamburg Üniversitesine gidiyor, ama Hamburg’ta doktorasını da tamamladığı 9 yıl kalıyor. Sonrasında da yine bir tesadüf ile yaşamı başka bir yöne doğru akıyor Lale Aytaman’ın…
Almanya’da ki yaşamınız yazılsa bir roman olur. Belki onu da bir başka söyleşimizde detaylı olarak konuşuruz. Lakin benim merak ettiğim, Hamburg Üniversitesinden başarılı bir şekilde Felsefe Doktoru olarak mezun olduktan sonra ani bir evlilik kararı vermeniz. İlk görüşte aşk mı?
(Yine gülümseyerek yanıtlıyor bu sorumuzu)
-“Hamburg’da öğrencilik yıllarımın sonunda eşim Reha Aytaman ile tanıştım. Benimkisi doğrusu ‘ilk bakışta aşk’ olmadı. Kendisini ilk kez başkonsolos olarak göreve başladığında, konsoloslukta verdiği tanışma kokteylinde görmüştüm. Hocamı kaybetmekten dolayı ne kadar üzüldüğümü duymayan kalmamıştı. Reha’da birkaç beni teselli etmek için birkaç aramıştı. İnsana hayatta her gün yeni bir kapının açılabileceğini, bu kadar üzülmemem gerektiğini söyledi. Bana gösterdiği ilgiden etkilenmiştim. Ayrıca bir başkonsolos olarak, Hamburg’da işçilerimiz ve ailelerinin sorunlarıyla yakından ilgilenmesi ve bir Eğitim Derneği kurmasından dolayı ‘Bu diğerlerinden farklı’ diye düşündürmüştü. Hamburg’dan Karaçi’ye haksız bir biçimde tayin edilmesi de beni çok üzmüştü. Hamburg Üniversitesi’nden Felsefe Doktoru ünvanımı almamdan bir müddet sonra, Hamburg’dan Karaçi’ye tayin olan Reha Aytaman ile evlenmeye karar verdim. Reha ile Pakistan’da evlendik…”
Ani verilen bir evlilik kararı ve bir diplomat eşi olarak Karaçi’de olmak. Sanırım zor günler olsa gerek?
“Öyle sayılır. Reha Karaçi’ye alışmış, geniş bir muhit edilmişti. Ama uzun yıllar Batı’nın en gelişmiş kentlerinden biri olan Hamburg’da kaldıktan sonra, birden kendime Şark’ta buluvermek, benim için doğrusu değişik bir duyguydu. Karaçi havaalanına indiğimiz andan itibaren, ben de görevdeydim. Balayı da söz konusu değildi. Karaçi ye gelince kendime birden diplomatik hayatın içinde bunu vermiştim Pakistan’da olan dostane ilişkilerimiz nedeniyle Türkiye’den de sık sık konuklarımız oluyordu. İlk resmi ziyaretçilerimiz, oraya varışımdan bir iki gün sonra, Pakistan Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’ın davetlisi olarak gelen, Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Hilmi Fırat ve eşi olmuşlardı…”
Lale Aytaman evliliğinin ilk haftasında 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı resepsiyonunda evsahipliği yapıyor ve tabi bütün gözler de onun üzerinde…
“Karaçi’’deki devlet erkanı ve kordiplomatik ile resmen tanışmam, evlendikten 6 gün sonra 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı nedeniyle, konsoloslukta verilen davette gerçekleşti. Resepsiyon için davetiyeler çok önceden gönderildiğinden, davetiyelerde davet sahibi olarak, sadece Reha’nın adı geçiyordu. Davet günün kapıda karşıladığımız konuklara beni ‘eşim’ diye tanıttığında, hepsi hayretler içinde kalmışlardı. Reha’yı yakışıklı, bekar bir Diplomat olarak tanımışlardı. Özellikle hanımların bakışlarını tüm kokteyl boyunca üzerimde hissettim. Beni süzüp duruyorlardı. Konsolosluğun bahçesi çok genişti, milli bayramımız vesilesiyle baştan aşağı renkli ışıklar ile donatılmıştı ve çok görkemliydi. 29 Ekim davetinde Reha ile bir arada olamıyorduk ama kalabalık arasında gözlerimiz buluşuyor, birbirimize gülümsüyorduk. Sonraki yıllarda da yaşamımızın büyük bir kısmı kalabalıklar arasında geçtiğinden, gözlerimiz ve bakışlarımızla uzaktan da olsa, birbirimize sıcak enerji vermeye sürdürdük. Aramızdaki bu sıcaklığı bugüne dek hiç yitirmedik…”
Aytaman çifti uzun yıllar sonra yeniden 1977’de Karaçi’den dönüyorlar ve Ankara’ya yerleşiyorlar. 1978 yılında oğulları Osman dünyaya geliyor. Osman’ın doğumundan 1 yıl sonra boş durmaktan sıkılan lale hanım, onu bırakabileceği bir abla bularak, Ankara İktisadi ve Ticari Bilimler Fakültesinde Almanca hocalığı yapmaya başlamış…
Lale hanım o günleri “Haftanın belli günlerinde ders veriyordum. Dekanımız da Profesör Onur Kumbaracıbaşı’ydı. Kendisiyle yıllar sonra Muğla’da karşılaştık, ben Vali o ise Bayındırlık Bakanıydı…” şeklinde anlatıyor.
1960 İhtilali ve 12 Mart Muhtırası, Türkiye’nin dönüm noktası olan iki önemli tarih. İşte bu günlerin canlı tanığı olan Lale Aytaman, 12 Eylül sürecini ve o geceyi ise şöyle anlatıyor. Ki bu anlattıkları çok dikkat çekici ve bence tarihe geçecektir…
“Türkiye’de yine Sıkıntılı günler başlıyor. Biz kendi iç dünyamızda huzurluyduk, ama Türkiye’de siyasi çalkantılar gene almış başını gidiyordu. Ekonomik durum hiç iç açıcı değildi, benzin bulunamıyor, millet saatlerce kuyruklarda bekliyordu. Bu arada Kanada Büyükelçiliği’nde 1 Temmuz’da verilen Milli Gün Resepsiyonunda, Karaçi’de tanımış olduğumuz Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Tahsin Şahinkaya ile sohbet ederken, hepimiz ülkedeki gelişmelerden duyduğumuz endişeyi dile getirerek; Ordu’nun bir şeyler yapması gerektiğini söylüyorduk. Tahsin Şahinkaya ise ‘Merak etmeyin. Endişe edecek bir şey yok. Biz hükümete gereken uyarıda bulunduk, neticeyi bekliyoruz…’ diyordu.
Bu resepsiyondan çok kısa bir süre sonra, dayınız Nihat Erim’in ölümü haberini aldınız değil mi?
(Bu konuda çok konuşmak istemediğini belirtiyor, ama yine de o günü kısaca bizlerle paylaşıyor)
-“1980 yılının 19 Temmuz günü Tekirdağ’da, denizden çıkmış öğle yemeğimizi yemek üzereydik. Ajanslar ‘Türkiye’nin eski başbakanlarından Nihat Erim vuruldu…’ haberini verdiler. O an hepimiz beynimizden vurulmuşa döndük. Babam şok geçiriyor ‘Nihat ağabeyimi vurmuşlar…’ diye bağırıyordu. Herkes balkonlara, sokağa fırladı. Annem bir köşeye çekilip, sessizce ağlamaya başlamıştı…”
Susuyor bir süre. Sanki o günü yeniden yaşıyormuşçasına gözlerinde o acıyı görüyoruz. İsyan edercesine anlatmaya devam ediyor;
“Liderler arasındaki gerginlik cenazede de sürüyor. Dayım Nihat Erim’in cenazesi Şişli Camii’nden kaldırıldı. Şişli o gün öylesine kalabalıktı ki, aileyi bir süre caminin arka tarafındaki bir apartman dairesinde beklettiler. O dönemde milletvekili olan Turan Güneş de aramızdaydı. ‘Turan amca, bu iş nerelere kadar gidecek? Neden bir şeyler yapmıyorsunuz? Daha ne kadar insanın canı yanmalı?’ dediğimde, başını önüne eğmiş ‘Sorma kızım, sorma…’ diyerek boynuma sarılmıştı. Camide iğne atılsa yere düşmeyecek kadar kalabalıktı. Bir ara yanı başımda Süleyman Demirel’i gördüm, biraz ileride de Bülent Ecevit duruyordu. İki lider böyle bir ortamda dahi birbirlerine karşı duydukları husumeti unutup, halkın önünde kucaklaşmak yerine, birbirine sırt çeviriyorlardı. Bir el sıkışsalar, birbirlerine sıcak bir iki söz söyleseler, milletin içi rahatlayacaktı. Bu duruma öyle sinirlenmiştim ki, her ikisine de çatmak istedim. Eşim Reha beni sakinleştirmek için bir başka köşeye çekti. Tam camide dua okunuyordu, Gün Sazak’ın vurulduğu haberi geldi…”
Yine sustu. Bir süre sonra anlatmaya devam etti…
“Yurtta olaylar gitgide tırmanıyordu. Babam o gün, sabah gittiği meclisten öğle üzeri karton kutular içine yerleştirdiği kişisel evrakları ile geldi. ‘Kızım ben meclisteki dolaplarımı boşalttım. İstanbul’a gidiyorum. Bu işini artık sonu geldi…” diyerek bizimle vedalaştı ve öğleden sonra da İstanbul’a uçtu. Babam o gece olacakları sezmişti. Aynı gece yani 12 Eylül 1980’de Ordu bir kez daha ülkeye müdahale etti. Ecevit ve Demirel Zincirbozan’a gönderildiler. Bizde bu durumu aynı apartmanda oturduğumuz, Oğuzhan Asiltürk ün kız kardeşi gece yarısı telefonla bildirmişti. Aslında hepimiz böyle bir gelişmeye bekliyorduk, ama ‘darbe’ sözü yine de korku veriyordu…”
1981 yılında yine yurtdışına gidiyor Aytaman çifti. Reha Aytaman bu sefer Bangkok, Singapur ve Laos Büyükelçilik görevine tayin ediliyor. Oldukça renkli bir yaşamın süregeldiği bu dönemde başbakan Turgut Özal ile tanışıyorlar. İşte Lale Aytaman’ın yaşamında meydana gelecek olan büyük değişimlerden birisinin tohumları da belki burada atılmıştır. Kim bilir?
-“Türkiye’ye dönme zamanımız yaklaşırken, ‘Ankara’ya mı, İstanbul’a mı yerleşelim?’ diye düşünmeye başlamıştık. O sırada ‘Boğaziçi İmar Mevzuatı’nda yapılan bir değişiklik haberi, bizim kararımızı kolaylaştırdı. Bebek sırtlarında Reha’nın doğduğu evin yerine yapılan apartmanın çatı katında küçük bir dairemiz vardı. Yeni çıkan imar mevzuatına göre, bunu tam kata çevirebilecektik. Bu haber üzerine İstanbul’a yerleşmeye karar verdik. Haluk İşmen inşaat’ı süratle tamamladı. Yurda döner dönmez de bu daireye yerleştik. Reha arkadaşı Profesör Şerif Mardin’in teşviki ile Boğaziçi Üniversitesi’nde “Diplomatik Correspondence” yani diplomatik yazışma dersleri vermeye başladı. Bir süre sonra ben de aynı üniversitenin Yabancı Diller Yüksekokulunda Öğretim Görevlisi olarak, Almanca bölümünde çalışmaya başladım. Hepimiz bu düzenden memnunduk. Uzun yıllar yurtdışında türlü türlü sorunlarla karşılaştıktan sonra, kendi ülkemizde sessiz, sakin ve huzurlu bir yaşama kavuşmanın mutluluğunu yaşıyorduk. Eşim de, ben de oldukça hareketli geçen bunca yıldan sonra, nihayet ülkemizde, kendi evimizde, sevdiklerimize yakın bir çevrede bulunmaktan ve özlem gidermekten dolayı mutluyduk. İşte böyle bir ortam içindeyken 1991 yılının Temmuz ayında bir öğleden sonra, Mesut Yılmaz’ın başbakanlığında kurulan ve henüz TBMM’den güvenoyu almamış olan, 48.Hükümetinin yeni İçişleri Bakanı Mustafa Kalemli’nin telefonuyla hayatımızda yepyeni bir sayfa açıldı…”
Bu olayı anlatırken, hepimizde neredeyse kahkahalara boğulduk. Siz de okuduğunuzda yüzünüzde bir gülümseme belirecek ve ‘vayyyy beeee’ diyeceksiniz.
Yeni bir sayfa açıldı derken neler anlatacağını çok merak ediyorum doğrusu. Bakan Kalemli ile ne konuştunuz?
-“Telefonda daha önce hiç duymadığım bir ses; ‘Lale Aytaman’la mı görüşüyorum?’ diye sordu.
-‘Evet benim…’
-‘Ben İçişleri Bakanı Mustafa Kalemli, nasılsınız hanımefendi…’ Bakanların evimize telefon etmeleri olağandı ama genelde eşim Reha’yı ararlardı. Bu kez de İçişleri Bakanının eşimle görüşmek isteyeceğini düşündüm. Dr.Mustafa Kalemli’yi sadece ismen tanıyordum, gazete ve TV haberlerinden Mesut Yılmaz’ın yeni kabineyi kurmakta olduğunu, Mustafa Kalemli’nin de İçişleri Bakanı olacağını izlemiştim.
-‘Yeni göreviniz hayırlı olsun beyefendi…’ dedim.
-“Lale Hanım, hükümetimiz ilk icraat olarak; Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk bayan valisini atamaya karar vermiştir. Güven oylamasından hemen sonra, Sayın Başbakanımız bu tarihi kararı kamuoyuna bizzat açıklayacaklardır. Hükümetimizin aldığımı tarihi kararla, Atatürk Türkiye’sinde Türk kadının konumunu yeniden düzenlenecek, siyasi tarihimizde yepyeni bir sayfa açılacaktır. Uzun incelemeler ve tetkiklerden sonra, adaylar arasından sizi Türkiye’nin ilk bayan valisi olarak atmaya karar verdik…’
Kalemli’nin bu son cümleyi sarf edinceye kadar genel olarak kadınlarla ilgili olumlu geniş bir gelişmelerden bahsettiğini düşünüyor, söylediklerini kendimle bağlantılı bulmadığından, o kadar da can kulağıyla dinlemiyordum. Ancak ne zaman ki; ‘Sizi Türkiye’nin ilk bayan Valisi olarak atmaya karar verdik…’ dedi, bir anda başımdan aşağıya kaynar sular döküldü sandım. Müthiş heyecanlanmıştım, bir anda tüylerim diken diken oldu. Yine de içimden bir ses ‘biri seni işletiyordur, oyuna gelme’ diyordu. Her ne kadar kendisini tanımıyorsan da, karşımda İçişleri Bakanı olduğunu söyleyen biri vardı. O nedenle ‘bırak beni işletmeyi’ diyemiyorum. Nezaketimi bozmaksızın, ‘Beyefendi herhalde bu bir dost şakası olsa gerek…’ diye bildim. Bu tepkim üzerine Kalemli ‘Sizi çok iyi anlıyorum hanımefendi…’ dedi. ‘Hatta şunu samimiyetle belirtmeliyim ki; teklifimi hemen kabul etmiş olsaydınız, bir doktor olarak size şüphe ile bakardım. Gösterdiğiniz bu doğal reaksiyonu çok iyi anlıyorum. Eğer emin olmak isterseniz, siz beni telefonla arayabilirsiniz…’ dedi…”
Muğla Valisi mi olacaksınız dedi?
-“Ben de onu merak ettim zaten. ‘Peki nereye düşünmüşsünüz efendim?’ diye sormadan edemedim. Bakan önce İstanbul’un öneminden, sonra Türkiye’nin Batıya açılan penceresi diye adlandırdığı Muğla’dan bahsetti. Dış dünyaya mesaj vermekten falan söz etti. Ben yine de hangi ilin Valiliğini teklif ettiğini anlayamama rağmen sözü fazla uzatmak istemedim ve vedalaştık…”
Gerçekten nerenin Valisi olacağını anlamadınız mı?
-“Aklımda başka sorular vardı. Mülkiye mezunu değildim, onu sordum. Kalemli; ‘Valilik büyükelçilik gibi istisnai bir görevdir…’ dedi. Kalemli; ‘Dolayısıyla hükümet, her meslekten vali atayabilir. Bu kez de bir kadın valinin meslek dışından atanmasını kamuoyu yadırgamayacaktır…’ dedi. Birkaç gün içinde evimizde ziyaret edeceğini söyledi. Son olarak bu konuyu eşimden başka kimseyle paylaşmamam konusunda uyarıda bulundu ve telefonları kapattık…”
Peki eşini Reha bey nasıl karşıladı bu teklifi?
-“Bu arada eşim de yanıma gelmişti. ‘Reha biliyor musun ne olduğunu? Mustafa Kalemli olduğunu söyleyen biri, bana Valilik teklif etti…’ dedim. Reha benim aksine bunun doğruluğundan hiç kuşkulanmadı. Heyecanla ‘Çok güzel, hemen kabul etmelisin…’ dedi. ‘Sen bu işin altından kalkabilecek niteliklere sahipsin. Ben de sana her konuda deneyimleriyle destek olurum…’ Bense hala birisi şaka yaptı diyorum. İşte bana yıllardır sorulan ‘Nasıl Vali oldunuz?’ sorusunun yanıtı. Aynen anlattığım gibidir. Neden Lale Aytaman sorusunun yanıtını, doğrusu o gün ben de bilmiyordum, ama yıllar sonra geriye dönüp bir değerlendirme yaptığımda, bu sorunun yanıtı, belki de benim yaşam öyküm de yatmaktadır diyorum. O nedenle belki de bu öykü Türk kadınları için, bir daha kapanmamak üzere açılan, yeni bir kapıdır…”
5 Temmuz 1991’de Mesut Yılmaz hükümeti güvenoyu alıyor ve Hükümeti’nin çıkardığı ilk kararname ile 6 Temmuz 1991 günü Lale Aytaman’ın Muğla Valiliğine atandığı kamuoyuna açıklanıyor. 6 Temmuz sabahı 07:00 ajansında radyolardan ‘Boğaziçi Üniversitesi öğretim görevlilerinden Dr. Lale Aytaman, Türkiye’nin ilk kadın Valisi olarak Muğla’ya atanmıştır…’ Bu anonsun yapılması ile birlikte telefonlar susmak bilmiyor, Lale Aytaman’ın evi sabahın erken saatlerinden itibaren gazetecilerin hücumuna uğruyor. Takip eden günlerde de tüm basın yayın organları bu haber manşetlerinden veriyor. Türkiye Cumhuriyeti tarihinde ilk kez bir kadın böyle önemli bir göreve atanıyordu. O güne kadar Türkiye’de henüz ne bir kadın başbakan, ne Vali, ne de Kaymakam atanmıştı…
Valilik makamına geldiğiniz o an neler hissettiniz?
“Muğla’ya Sabiha Gökçen adlı bir uçakla gelmiştim. Bu da benim hayatımda önemli yer tutan bir bir tesadüf olsa gerek. Muğla’da hükümet konağına girdik ve doğru Vali makam odasına geçtik. Basın mensuplarının yerlerini almaları bir hayli uzun sürdü. Mustafa Kalemli; ‘Bu iğneli bir koltuktur, üzerinde oturmak dikkat gerektirir. Vali hanıma bu görevinde başarılar dilerim. Başarılı olacağına inanıyorum. Zira kendisine güveniyorum. Hayırlı olsun…’ sözleri ile beni Vali koltuğuna oturttu. Flaşlar patlıyor, Türkiye’nin ilk kadın valisinin fotoğrafını çekmek için gazeteciler birbirleri yarışıyordu. Heyecanlı olup, olmadığım sorulduğunda gülümseyerek ‘biraz’ diye cevap veriyordum. Bir Türk kadını olarak bu atamanın gururunu duyduğumu ve başarılı olmak için elinden geleni yapacağımı ifade ediyordum. Kısa ve öz konuşmaya çalışıyordum. Çünkü önce görevime ısınmalıydım…”
Lale Aytaman o dönemin Özel Kalem Müdürü İzzet Özdemir ve valilik personelinin kendisine çok destek verdiğini söyleyerek “Özel Kalemde görev yapan Baki Gencel-kendisi daha sonra Basın ve Halkla İlişkiler Müdürü oldu- Ayşen Ekmekçi, Ferah Karaca, Esin Demir ve hizmetliler Nazlı Özbayrak, Şevket Öztürk, Ercan Bulut, Cemil Turasay yoğun tempoya rağmen görevlerini büyük başarıyla yerine getirdiler. Gece olup herkes evine gidince, koskoca vali konağında tek başıma kaldım…”
İlk ziyaretçilerinizi hatırlıyor musunuz?
“İlk günler, haftalar, hatta aylar da Valilik Özel Kalem Müdürlüğü yoğun ziyaret taleplerini karşılayamaz hale gelmişti. Türkiye’nin ilk kadın Valisini herkes makamında görmek istiyordu. İlk ziyaretçilerim; Muğla Gazeteciler Cemiyeti’nin yöneticileriydi. Başkanı Naim Kılıç, Hayati Nizamoğlu, Ünal Türkeş, Erman Şahin ve Oktay Ekinci bana başarı dileklerinde bulundular…”
Çok zor bir görevdi değil mi?
-“Bir vali bulunduğu ilde 24 saat görev başındadır ve o ilin asayişi yanında altyapısı, havası, suyu, denizleri, ormanları, yatırımları, eğitimi, sağlığı, çevresi gibi her şey ondan sorulur. Bulunduğu ilde devleti, yani Cumhurbaşkanı ve hükümeti temsil ettiğinden, il dışına çıkacağı durumlarda, mutlaka İçişleri Bakanı’nın onayı alıp, yerine uygun gördüğü birisini vekil bırakır. Artık ben de 24 saat Muğla’nın tek sorumlusu olarak görev başındaydım ve istediğim anda İstanbul’daki evime gitme özgürlüğüne sahip değildim. Bana ihtiyaç duyulduğunda eşimin, oğlumun ve annemin yanında olamayacaktım. Psikolojik olarak böylesine bağımlı bir duruma gelmekten sıkılıyordum, ama elden bir şey gelmiyordu. Koltuğuma oturduğum 19 Temmuz 1991 tarihinden itibaren başlayan yoğun iş tempom, Muğla’dan ayrıldığım son güne kadar sürdü. Meslekten gelmediğim için sıkıntı çekiyordum. Mülki İdare Mevzuatı ile ilgili kitaplar aldım ve boş zamanlarında bunları okuyarak öğrenmeye çalıştım. Zaman içinde yöre insanlarını ve yöreyi daha yakından tanıdıkça, işlerim bir ölçüde kolaylaştı. Muğla’da ilk günden itibaren mesai arkadaşlarımla uyum içinde çalışmaya, Muğla’da bulunan diğer bürokratlarla siyasi partilerin temsilcileri ile eşgüdüm kurmaya özen gösterdim. Muğla Belediye Başkanı Orhan Çakır ile aramızda başından itibaren iyi bir diyalog kuruldu. Halkı ilgilendiren konularda daima açık sözlü olmaya çalıştım, devletin onların hizmetinde olduğunu hissettirmek istiyordum. Hem yaşam biçimi, hem de yönetim tarzımı şeffaf tutarak, Muğla’daki her kesimin güvenini kazanmak benim için önemliydi…”
Bu arada gazetecilerle özellikle yerel gazeteciler ile de aranız çok iyiymiş. Gerçekten basınla aranız iyi miydi?
-“Kesinlikle çok iyiydi. Gerek yerel, gerekse ulusal basına önem veriyordum. Onlarla pek çok hassas konuyu paylaştım. Birkaç istisna hariç, hiç hayal kırıklığına uğramadım. Türkiye’de basının çok önemli görevler yerine getirdiğini inanıyorum. Olayların hemen içinde olan taşra basınındaki gazeteciler, o yıllarda benimle birlikte oradan oraya koşuşturup durdular. Bazen bana destek verdiler, bazen eleştirdiler. Yabancı basınında Muğla’ya olan ilgisi yoğundu. Dış tanıtım bizim için gerekliydi. Onlara da zaman ayırmanız önemsiyordum…”
Molalılar ile aranız nasıldı? (Muğla şivesi ile sorunca gülümsüyor)
“Hakla arama asla perde koymadım. Bana herkes, her zaman ulaşabiliyordu. Bu nedenle göreve başladıktan birkaç ay sonra Muğla’nın pazarı olan Perşembe günlerini ‘Halk Günü’ ilan ettim ve tüm öğleden sonramızı halkın dilek ve şikayetlerini dinlemeye ayırdık. O zaman diliminde bütün daire müdürleri ve vali yardımcıları orada bulunuyor, halkının sorunları anında halledilmeye çalışılıyordu. Eğer sorun orada çözülemiyorsa işin kimin tarafından takip edileceği saptanıyor, neticeler bana bildiriliyordu…”
Siyaseten Sizden özel muamele isteyenler elbette vardı. Bunu nasıl karşılardınız? Hatta biliyoruz ki bir çok siyasetçi ile takıştığınız da olmuş ve hatta sizi görevden aldırmak için pek çok uğraşta verilmiş.
-“Muğla’da herkesin huzur içinde yaşaması sağlamaya kararlıydım. Kimse kayırılmayacak, kimseye de haksızlık yapılmayacaktı. Bu ilkeye sonuna kadar sadık kalmaya çalıştım. O nedenle zaman zaman benden özel muamele bekleyen kişilerin, hayal kırıklığına uğradığı oldu. Örneğin bazı ANAP’lılar kendi partilerinin atadığı valinin, kendilerini yeterince kayırmadığından yakındılar. Daha sonra iktidarda olan DYP’nin bazı milletvekilleri kendi istekleri doğrultusunda memur tayini yapılmadığından, devlet ihalelerinde kollanmadıklarından şikayet ettiler. Anavatan Partisi iktidarının sona ermesi ile birlikte uzun yıllar muhalefette kalmış olan Doğru Yol Partisi’nin milletvekilleri, bir önceki dönemde mağduriyete uğradıklarını, kendi iktidarların da taraftarlarını kollamak zorunda olduklarını belirterek, benden kendilerine yardımcı olmamı istediler. Bir milletvekili benden yasadışı bir talepte bulunduğunda ve ben kendisine bunun yasalara uygun olmadığını ifade ettiğimde; ‘Siz hep güçlük çıkartıyorsunuz. Yasa, masa ne yapalım yani…’ cevabını vermişti. Yasa yapan en yüce kurumunun üyesi olmasına karşın, kendi kurumuna dahi saygı duymayan bu davranış, beni çok şaşırtmıştı. Sade bir vatandaşın dahi aklına gelmeyecek ayrıcalıklar bekleniyordu benden. Çevreyi katletme alışkanlığı olan bazı menfaat grupları, yaptığımız sıkı denetimleri eleştirdiler, bazıları trafik kontrollerinde ayrıcalıklı muamele görmediklerinden yakındılar, bazıları vergi denetimlerinin kendi değil, başkalarına uygulanmasını talep ettiler…”
Valilik koltuğuna oturur oturmaz icraatlar ve projelere başladınız. Zorlandınız mı?
-“İşe başlar başlamaz, vakit kaybetmeden Muğla iyi tanımak, sorunları yerinde görmek için ilçe ziyaretlerine başladım. Yerel gazeteler o günlerde bütün Muğla ilinin karış karış dolaşmakta olduğumu, günbegün etraflıca anlatıyorlardı. İlçelere yaptığım ilk ziyaretlerden ve buralardaki incelemelerden sonra, icraatlarıma yoğunlaşacağım hususları toparladım ve bunları Muğla’da geçirdiğim 4,5 yıl zarfında gerçekleştirmeye çalıştım. Devletimizin belli bir Turizm politikası olmadığından, turistik bölgeler kendi olanaklarıyla kendi tanıtımlarını yapmaya çalışıyorlardı. Muğla’nın tarihi kültürel ve doğal değerleri yurt içinde ve yurt dışında tanınmadığı gibi bodrum Marmaris Göcek gibi belli başlı turistik merkezler dışında, diğer ilçeler de hemen hemen hiç bilinmiyordu. 1992 yılında kendi olanaklarımız ve dostlarımızın katkısıyla İngilizce ve Türkçe ilk tanıtım kitabımızı hazırladık.
90’lı yıllar, kritik yıllar. Hükümetlerin sık sık değiştiği bir dönem. Doğal olarak bakanlıklar da değişti. Bu sizi ne kadar etkiledi?
-“Valilik yaptığım yıllar, ülkenin zor dönemlerindendir. Sürekli hükümet değişiklikleri oluyordu, buna bağlı olarak görev yapan bakanlar da değişiyordu. Örneğin Muğla’nın özelliği gereği, çok yakın bir işbirliği içinde bulunmamız gereken Turizm Bakanlığı’na 1991 1995 yıllarında Şahin Ulusoy, İrfan Gürpınar, Halil Çulhaoğlu, Abdülkadir Ateş, Kültür Bakanlığı’na da; Ercan Karakaş, İsmail Cem, Timuçin Savaş, İrfan Gürpınar, Fikri Sağlar atandılar. Bu durum işlerimizi oldukça güçleştiriyordu. Yatırımlar konusunda tam bir Bakanı İkna etmişken, bir başkası göreve gelince yeniden girişimde bulunmak gerekiyordu…”
Bizim Bakandan daha çok, gazeteci meslektaşımız olarak kabul ettiğimiz Erman Şahin ile aranız nasıldı?
-“Çok iyiydi, çok desteğini ve yardımını gördüm. O bir Muğla sevdalısıydı. 1991 sonlarında yapılan genel seçimlerden sonra Süleyman Demirel başkanlığında kurulan ve DYP-SHP koalisyonunda Muğla Milletvekili Erman Şahin Devlet Bakanı oldu. Süleyman Demirel köşke çıktıktan, bir süre sonra Tansu Çiller’in Erdal İnönü ile kurduğu DYP-SHP hükümetinde de Bayındırlık Bakanlığı yaptı. Ben Muğla’dan bir bakan çıkmasına çok sevinmiştim. Benim için büyük şans olacaktı. Bakan gerek yatırım, safhasında, gerekse uygulamalarda valinin görüşlerini hükümete kolaylıkla takdim edebilir, yatırımlar için ödenek koydurabilir, yatırımları planlamaya aldırabilirdi. Erman Şahin, Erdal İnönü’ye olan yakınlığı nedeniyle bakan seçildi. Muğla siyasi ağırlığı olmadığından, yıllarca yatırımlar bakımından adeta üvey evlat muamelesi görmüştü. Erman Şahin senin de söylediğin gibi eski bir gazeteciydi, aynı zamanda Muğla’da uzun yıllar Belediye Başkanlığı yapmıştı. Çok iyi bir Belediye Başkanı olduğundan ve halk tarafından sevildiğinden söz ediliyordu. Erman bey ile çok iyi bir işbirliği oluşturduk. Muğla için çalıştığımı görüyor ve kendisinden ne zaman Muğla ile ilgili bir talep ile gittiysem, yerine getirmek için gerçekten çaba sarf ediyordu. Erman bey Muğla kültürünü de çok iyi biliyordu. Muğla Evleri ile Muğla Zeybeği, Muğla bitkileri ve yemekleri hakkında kendisinden özellikle ilçe gezilerimiz sırasında yararlı bilgiler alıyordum. Erman bey özellikle Muğla Üniversitesi kuruluşunda, Dalaman’daki Akköprü Barajı’nın ihale edilmesinde, Muğla’daki yolların genişletilmesi için ödenek ayrılmasında ve Yeşilyurt’ta dokuma kurslarının açılmasında etkin rol oynadı. Erman Şahin’in bakan olması Muğla’nın diğer milletvekillerine kıskançlıkla vesile olmuştu. Muğla’dan tayinimi isteyen siyasetçilerin tersine, Erman Şahin daima bana destek vermiş, yurt dışına zorunlu seyahatlere gönderildiğimde bir an evvel geri dönmemi talep etmiştir…”
Vali Lale Aytaman’ın görev yaptığı dönemin gazetelerine baktığımızda onun görevden alınması için çok yoğun çaba sarfedildiği, ancak Muğlalıların ve gazetecilerin ona yoğun bir destek verdiği ve arkasında durdukları apaçık görülüyor. “Kurtlarla Boğuşan Kadın”, “Çirkin Tezgah”, “Vali Aytaman’ın Onurlu Savaşı”, “Muğla Vali Aytaman’a Sahip Çıkıyor”, “Kadın Valiye Dokunmayın” başlıkları ile basın da Aytaman’ın arkasında durmuş…
-“Bütün çalışmalar sürerken, kendimi ailemi özel alışkanlıkların bir yana bırakmış, Muğla’da görev yapan bir kadın valinin ‘başarılı’ olarak Türk tarihinde yer alabilmesi için elimden geleni çabayı gösteriyordum. Bütün bunları da samimi olarak benden sonra Valilik yolunun diğer kadınlara da açılması için yapma arzusu içimdeydim. Bir görev üstlenmiştim, ağır bir sorumluluk altına girmiştim. Elimden gelenin en iyisini yapmalıyıdım. Turizmin gelişmesi, çevre konuları, altyapı yatırımlarının sağlanması, eğitimde ve sağlık konularında önemli projelerin gerçekleştirilmesi, istihdamın geliştirmesi için alternatiflerin ortaya konulması, Muğla halkının ve Muğla’ya gelen milyonlarca yerli ve yabancı konuğun rahat ve huzurunun sağlanması öncelikli konularımdı. Böylesine yoğun bir tempoda çalışırken bir iki kişi tarafından sürekli olarak taciz edilmekteydim. Göreve başlamamın üzerinden henüz bir yıl dahi geçmeden, beni gerçekten üzen, zaman zaman çalışma hevesi mi baltalayan, halkı tedirgin eden bu tatsız olaylar, yerel ve ulusal basında daha geniş olarak yer almıştır. O dönemde Muğla’da verdiğim mücadele, kişisel olmaktan çıkmış prensiplerin uygulanıp, uygulanmaması veya haksızlıklara göz yumulup yumulmaması gibi konularının, bir vicdan muhakemesi haline gelmişti. kendim Anlatırsam Belki de hayal ürünü denilebilecek şeyler ve gerçekler, kayıtlarda apaçık sergilenmektedir…”
Sanıyorum bir denge sağlamaya çalıştınız. Öyle mi başardınız?
-“İtiraf etmeliyim ki, bu dengeyi sağlamak hiç de kolay olmadı. Üstelik de gündem öylesine boş ve yersiz bir biçimde işgal edildi ki, bunlarla uğraşmak yerine gayretlerime destek veren Muğlalı siyasetçilerin sayısı daha fazla olsaydı, benim ve mesai arkadaşlarımın huzur içinde çalışması bir yana, Muğla bundan büyük yarar elde ederdi. Ben bu konularla uğraşırken, milletvekillerinin 1992’de başlayan, kadın valiyi görevden alınma gayretleri, 1995 yılında milletvekili adayı olmama dek sürecekti. Muğla’daki siyasi parti başkanları, parti teşkilatları, sivil toplum örgütleri, basın ve vatandaşlar arkamda olduklarını açıkça beyan ediyorlardı. Ama bu milletvekilleri ile yıldızımız bir türlü barışmadı…”
Bodrum Havalimanı için de çok emek harcadınız değil mi? Detaylara girmeyeceğim ama çok haksızlığa da uğradığınız biliyorum. Yok saymaya çalıştılar sizi değil mi?
-“Buna Muğlalılar, Milaslılar ve Bodrumlular karar verirler. Bu havaalanının hizmete girmesiyle bodrum Milas ve tüm çevrede Turizm daha da sağlıklı bir biçimde gelişme olanağına kavuştu. Dalaman Havaalanı rahatladı, yollardaki trafik kazaları azaldı. Şimdi ne zaman Bodrum Havalimanı’na gitsem, Bodurumlarla birlikte nasıl bu işin üstesinden geldiğimizi zevkle anımsıyorum. Bodrum havaalanı ile ilgili sorunları Muğla milletvekili iken de izlemeyi sürdürdüm. Bakanlar nezdinde girişimlerde bulundum, soru önergeleri verdim. Bodrum Milas Havaalanı bitip de sıra açılışına geldiğinde, bu alanla ilgili harcadığım çabalar unutulmuştu. Hatta Muğla Milletvekili olarak TBMM’de bulunmama rağmen, açılışa davet dahi edilmemiş, Ankara’dan birkaç uçak dolusu DYP Milletvekili ile birlikte açılışa giden, devrin Ulaştırma Bakanı Ömer Barutçu’ya mecliste konu ile ilgili sözlü soru yönetmekten kendime alamadım. Genellikle perde arkasında olup bitenler halkımıza yansımaz, bazı eserlerin kimlerin özel çaba ve gayretleriyle ortaya çıktığı da duyulmaz. Neticede onlar devlet hizmetlerini sessizce yürütürler. Siyasiler ise sadece bir dönem, bazı konularla ilgilenmiş olsalar bile, bu icraatların sahibi görünümünü verirler. Bu sadece bize has bir şey değildir, dünyanın hemen her yerinde böyledir. Ancak gelişmiş Batı toplumları ile farkımız, oralarda insanlar birbirlerine hizmetlerinden dolayı teşekkür etmeyi bir ayıp saymazlar ve hizmetlerde emeği geçenler teşekkür etmekten zevk duyarlar. Elbet bir gün biz de bu olgunluk düzeyine erişeceğiz. Buna yürekten inanıyorum…”
4,5 Muğla Valiliği ve ardından da Muğla Milletvekilliği. Lale Aytaman’ın kaderi Muğla ile bütünleşmiş adeta. Peki Milletvekilliğine nasıl karar verdiniz?
-“ Mesut Yılmaz önümüzdeki yıllarda ülkemizin geleceği açısından büyük açılımlar yapılması gerektiğini, kendisinin yeni kurmakta olduğu kadrolarla bu yönde önemli adımlar atmak istediğini, beni de bu kadrolar içinde görmeyi arzu ettiğini ifade etti. Heyecanlıydı, ileriye dönük düşüncelerini çok güzel sözlerle ifade ediyordu. Mesut Yılmaz’a güvendim. Kendime de güveniyordum. 5 yıla yakın valilik deneyimi ve birikimlerimle ülkeme bu kez siyasi yaşamda hizmet edebileceğimi umuyordum. Beni Valilik mertebesine taşınmış ve Türk kadınının tepesindeki cam duvarların kırılmasına yardım etmiş olan, Anavatan Partisi’nde halka hizmet etmek üzere kolları sıvamaya hazırdım. Artık idarecilikte karşılaştığımız sorunların aşılmasına siyasetteyken bilfiil katkım olacağını uyuyordum. Basından izlediğim kadarıyla ANAP Türkiye’de saygınlığı olan pek çok değerli kimseyi listelerinde milletvekili adayı olarak alıyordu. Diğer partilerin listelerinde de milletvekili adayı olarak, ülke çapında tanınan saygın kimseler vardı. TBMM’de iyi bir kalite tutturulacağı izlenimini ediniyordum. Ekip çalışması içinde başarılara, burada da imza atabilirim diyordum. Ankara’dan yüksek bir moral ile İstanbul’daki evime döndüm. Üzerimde artık koskoca bir ilin sorumluluğu da yoktu. Bu beni rahatlatıyordu, ama Muğla’yı da özlemeye başlamıştım bile…”
Mutlu bir milletvekili miydiniz? Yoksa hayal kırıklığı mıydı? -“ Genel Başkan Mesut Yılmaz beni Muğla’dan milletvekili aday listesinin başına yerleştirildi. Bu benim için yeni bir başlangıç demekti. Kader beni Muğla’dan ayırmıyordu. Kampanyalar canlı ve heyecanlı geçti. 1999 Ekim seçimlerinde 20.Dönem Muğla Milletvekili olarak meclise giriyordum. Aytaman ailesi için gene ayrılıklar, fedakârlıklar içinde geçecek yeni bir dönem başlamaktaydı. Milletvekili olarak aynen valilikte olduğu gibi elimden geldiğince çok çalıştım. Görevimi her aşamada ciddiye aldım, devamda kusur etmedim ve menfaat uğruna prensiplerimden asla ödün vermedim. Ülkemizdeki siyasi partilerin yapıları genel başkanlık ağırlıklı olduğundan, ekip çalışmasının ön plana çıkmadığını ve partilerde aşağıdan yukarıya değil, yukarıdan aşağı doğru bir yönetim biçiminin hakim olduğunu bizzat günbegün yaşayarak gördüm. Siyaset sahnelerinde ortaya çıkan çıkar ilişkilerini, samimiyetsizliklere, düzeysizliklere tanık oldum. Ne yazık ki bir sonraki seçimlerde Ankara’da dönen o siyaset çarkı, beni de o dönemde benimle birlikte önemli görevlerini bırakarak, idealleri uğruna milletvekili seçilen değerli birçok siyaset arkadaşımı da öğüterek siyaset sahnesinin dışına atıverdi…”
Son sözlerimiz ve gençlere mesajınız…
-“Atatürk Türk kadınının siyasi ve idari olarak en üst seviyede görev alması için gerekli koşulları sağlamıştır. Milletimiz de kadınları bu önemli görevlerde görmeye hazır olduğunu, Muğla örneğinde çok açık bir biçimde göstermiştir. Kadınların Vali olamayacağı varsayımı, böylece ortadan kalkmıştır. Gerekli olan iyi niyet, yetenek, birikim, görgü, azim, çalışkanlık ve biraz da şans. Her ne kadar kader, insanın karşısında bir takım önemli fırsatları çıkarıyorsa da, bu fırsatları değerlendirmede kişinin taşıdığı vasıflar büyük önem taşımaktadır. Konuşmamızın başından beri ifade ettiğim gibi, insan hayatında tesadüflerin etkili olduğuna inanırım. Ancak bu tesadüfleri fark edip değerlendirilmediği sürece bir avantaj halinde dönüşmez. Yani kaderin önümüze çıkarttığı fırsatları en iyi biçimde değerlendirmek kendi elimizdedir. Gençlerimize tavsiyem; kendilerini her alanında çok iyi yetiştirmeye çalışmaları, görgü ve kültürlerini sürekli geliştirmeleri, verilen her görevi ciddiye almaları, insan-doğa-sevgi ve saygısını en önemli prensipleri haline getirmelilerdir. Bu vasıflarla donanmış bir biçimde kendilerini bekleyen en zorlu görevlere, cesaretle talip olabilirler…”
İğneli koltukta dört buçuk yıl hakkıyla görev yaptıktan sonra, milletvekilliğinde umduğunu bulamayan Lale Aytaman ile sohbetin tadına bir türlü doyamadık. İki saatten daha fazla süren bu söyleşimizin satır aralarında çok dikkat çeken ve çok önemli mesajlar var. Lale Aytaman’ı tanımak mücadelesini kendinden dinlemek bizim için bir şanstı. Bu şansımı da BG Dergi okurları ile paylaşabilmek ise dünyanın en güzel duygusu…