Bedri Rahmi Eyüboğlu, kelimenin tam anlamı ile on parmağında on marifet bir sanatçı. Resim ve edebiyatın içinde yoğurulmuş güzel bir insan.
Bodrum ve Gökova sevdalısı.
Mavi Tur’un müdavimi, iz bırakanı.
Karadutum, Çatalkaram, Çingenem.
Yiğidim Aslanım Burda Yatıyor.
Balıklı taş, desenli ağaç.
Daha ne söylenir; bir aşık, bir gezgin, belki de bir deha.
Ama o aynı zamanda bir baba ve bir dede.
İşte bu güzel insan Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun adını da yaşatan torunu, Rahmi Eyüboğlu ile çok keyifli bir söyleşi gerçekleştirdik. Hem de Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun evinde, hem ustayı konuştuk, hem de Bodrum’u...
Söyleşimizin bir bölümünü yere uzanıp resim boyadığı evinin ilk katında, bir bölümünü not defterinden, kalemine, fırçalarına, okuduğu son sayfasını kıvırdığı kitabına kadar, çıkıp gelebilse o an “Her şey yerli yerinde, aynen bıraktığım gibi kalmış masam. En son oturduğumda nasılsa, aynı…” diyecek kadar değiştirilmemiş, belki sadece tozu alınmış masasında, bir bölümünü de yatağının başucunda yaptık.
Rahmi Eyüboğlu, Bodrum’da bir dönem Raşit’in kahvesinin önünde sokaklarda satılan antik çağdan kalma amforaların önünde bulunan ve Bedri Rahmi’nin belki oturup nefeslendiği ya da düşündüğü, ağladığı, belki de dostları ile sohbet ettiği o kanepeye oturmama izin verince dünyalar benim oldu adeta. Titizlikle ve özenle oturdum. Sanki Bedri Rahmi üstadla yan yana oturmuşum da, onunla Bodrum konuşuyormuşum, Mavi Yolculuğu ondan dinliyormuşum gibi geldi.

Sonra o şiir var ya hani şu hepimizin bildiği şiir... Hani Zülfü Livaneli’nin şarkısını bestelediği “Şu sılanın ufak tefek yolları, Ağrıdan sızıdan tutmaz elleri, Tepeden tırnağa şiir gülleri, Yiğidim aslanım burda yatıyor…” işte o şiiri okuyor gibi geldi.
Bir de o efsane şiir geldi aklıma o an; “Karadutum, çatalkaram, çingenem, Nar tanem, nur tanem, bir tanem, Ağaç isem dalımsın salkım saçak, Petek isem balımsın a gülüm, Günahımsın, vebalimsin. Dili mercan, dizi mercan, dişi mercan, Yoluna bir can koyduğum, Gökte ararken yerde bulduğum, Karadutum, çatal karam, çingenem, Daha nem olacaktın bir tanem, Gülen ayvam, ağlayan narımsın, Kadınım, kısrağım, karımsın…”
Kimileri “Yiğidim Aslanım Burada Yatıyor…” ve “Karadut” adlı şiirleri Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun yazdığını bile bilmiyordur.
Olsun, ne gam!
Zaten Bedri Rahmi bir halk sanatçısı değil mi? Eserlerinin her biri evrenselliğe yükselmiş, anonim eserler bence. Dağa, taşa, tahtaya, oduna her şeyin üzerine izini bırakmış. Kimi zaman bir balık kondurmuş, mavili lacivertli, bazen de kara, kimi zaman bir rengarenk, yada tek renk desen.
Torunu Rahmi Eyüboğlu ile söyleşimize başlamadan, ustayı Bedri Rahmi’yi biraz anımsayalım diye düşünüyorum;
“Bedri Rahmi, 1911 yılında Görele’de doğar. Ailesinin beş çocuğundan ikincisi. Has bir Karadenizli dersek hiç de abartmış olmayız herhalde. Trabzon Lisesi’nde okurken, 1927’de okula resim öğretmeni olarak atanan Zeki Kocamemi’nin öğrencisi olur. Onun derslerinin etkisi ve okul müdürünün özendirmesiyle 1929’da İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi’ne (şimdi Mimar Sinan Üniversitesi) girer. Burada Nazmi Ziya ve İbrahim Çallı’nın öğrencisi olur ve 1919’da mezun olur. Diplomasında; Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel ve ünlü Türk ressam İbrahim Çallı’nın imzalarının bulunması ayrıca heyecan verici…
1930’da eğitimini bitirmeden, ağabeyi Sabahattin Eyüboğlu’nun yanına Paris’e gider ve orada André Lhote’un yanında resim çalışır. İşte hayatının kadını olacak olan Romen asıllı eşi Eren Eyüboğlu ile de burada tanışır.
Türkiye’ye döndükten sonra 1934’te D Grubu’nun dördüncü sergisine otuz resim ile katılır. İlk kişisel sergisini de aynı yıl Bükreş’te açar. 1934’te katıldığı Akademi’nin diploma yarışmasında da üçüncü olur. Bu derece ile mezun olmak istemediği için, bir yandan diploma yarışmasına yeniden hazırlanır, bir yandan da bir süreliğine Çerkeş demiryolu yapımında çevirmenlik yapar, Tekel Genel Müdürlüğü’nde çalışır. 1936’daki diploma yarışmasında ise “Hamam” adlı kompozisyonuyla birinci olur. Aynı yıl Moskova’da düzenlenen Çağdaş Türk Sanat Sergisi’ne katılır. 1937’de Cemal Tollu’yla birlikte Akademi’nin Resim Bölümü Şefi Léopold Lévy’nin asistanı oldurlar.

Bedri Rahmi birçok ressamın katıldığı CHP’nin kültür programı çerçevesinde, resim yapmak için 1938’de Edirne’ye, 1941’de de Çorum’a gider. Bu dönem resimlerinde köy manzaraları, köy kahveleri, faytonlu yollar, iğde dalı takmış gelinler gibi Anadolu’ya özgü görünümler egemendir. Dedik ya halk sanatçısı diye…
Usta 1940’lardan sonra duvar resimlerine yönelir. İlk duvar resmini 1943’te İstanbul’da, Ortaköy’deki Lido Yüzme Havuzu için yapar. 1947’de İstanbul’da özel bir atölye ve galeri açar. 1950’de Ankara’da sanatının o güne kadarki bütün dönemlerini kapsayan bir sergi düzenler. Bedri Rahmi aynı yıl bir kez daha Paris’e gider ve İnsan Müzesi’nde (Musée de I’homme) ilkel kavimlerin sanatını inceler. Bu incelemeleri ‘güzel’in aynı zamanda ‘yararlı’ da olabileceği, ‘yararlı’ olmanın ‘güzel’in gücünü eksiltmeyeceği düşüncesine ulaşmasına yol açar ve bu düşünce de ondan sonraki sanat görüşünü tümüyle etkiler, yönlendirir.
Bedri Rahmi’nin diğer önemli bir tarafı da şiir… 1928’de daha lise yıllarındayken şiir yazmaya başlar. Şiirlerine, 1933’ten sonra Yeditepe, Ses, Güney, İnsan, İnkılapçı Gençlik ve Varlık dergilerinde yer verilir. 1941’den başlayarak çeşitli şiir kitapları yayınlanlar. Halk edebiyatının masal, şiir, deyiş gibi her türüne karşı duyduğu hayranlık, doğal olarak şiirlerine de yansır. Bedri Rahmi, halk dilinden ve şiirinden aldığı ögeleri kendine özgü bir biçimde kullanarak halk diline yaklaşma çabasını sonuna dek götürür. Bu nitelikleriyle şiirleri, resimleriyle büyük bir benzerlik gösterir.
Akıcı, rahat bir dille kaleme aldığı gezi ve deneme yazılarında ise sürekli gündeminde olan halk kültürü ve halk sanatı konularındaki görüşlerini sergiler.
Usta Bedri Rahmi, 21 Eylül 1975’te İstanbul’da, genç denilecek bir yaşta, 64 yaşındayken yaşama veda eder.”
İşte bu büyük ustanın, Bedri Rahmi’nin torunu, dedesinin mirasını bin bir güçlükle korumaya ve sonraki kuşaklara aktarmaya çalışıyor. İşi çok zor. Söyleşiyi okuduğunuzda, eğer Türkiye’de kültürel bir değere sahipseniz, onu korumak ve gelecek kuşaklara aktarmanın ne kadar da zor bir şey olduğunu da görmüş olacaksınız. Bu iş kelimenin tam anlamı ile bir savaş.
Abartmıyorum, bildiğiniz var olma ya da var etme savaşı…
Söyleşimize çok güzel bir konu ile başlayalım istiyorum. O güzel konu elbette Bodrum.
(Rahmi Eyüboğlu gülümsüyor. Ama acı acı gülümsüyor. Anlıyorum bir şeyler var. Bir söyleyip, bin ah işiteceğim gibi geliyor.)
“1972’den bu yana Bodrum’a giden birisiyim. Aradaki farkı şöyle anlatayım. Hani yaz tatili sonrası öğretmenler sorarlar, “Yaz tatilinde neredeydin, ne yaptın,” diye. O zamanların en meşhur yerleri Avşa, Erdek, Ayvalık. Ben de “Bodrum’a gittik…” derdim. Dalga geçerlerdi resmen. “Evin bodrum katına mı gittiniz,” diye. Gel zaman, git zaman işin havası değişti. “Bodrum’a mı gidiyorsun, vayyy,” denilmeye başladı. “Bu yaz Bodrum’daydım,” denilerek havalar atılmaya başlandı. Bizim o dalga geçilen Bodrum kıymete bindi.
Bodrum’da kasap, bakkal, manav yok denecek kadar azdı. Meydana kurulan pazarı beklerdik. Kesim olursa ancak o zaman et alabilirdik.”
Ya efsane Mavi Yolculuklar? Felsefesi olanlardan bahsediyorum…
“Mavi yolculuklar Bodrum’dan başlamazdı. Çünkü teknelere yiyecek verecek, kumanya alınacak yerler yoktu. Balıkçılık vardı, süngercilik vardı. Yanlış hatırlamıyorsam eğer, Bodrum’un kaderi 80’li yıllarda değişmeye başladı. Ankara başta, İstanbul’dan göç almaya başladı. Bodrum’u keşfedenler o zamanlar ünlü Raşit’in Kahvesinde buluşur, kahvaltı ederler, çay içerlerdi. Sonraları barlar sokağı oluşmaya başladı yavaş yavaş. Zeki Müren’in Bodrum’a yerleşmesi ile Bodrum’un tanınırlığı zirve yaptı denilebilir.”
Zeki Müren Bodrum’un tanınmasında elbette en önemli isimlerden birisi. Bunu yadsımak mümkün değil. Bütün dünyada olduğu gibi magazinel isimler her zaman yoğun ilgi çeker. Lakin Bodrum’u çok daha önce keşfeden Halikarnas Balıkçısı Cevat Şakir, Azra Erhat, Sabahattin ve Bedri Rahmi, Mina Urgan, İlhan Berk ve bir çok entelektüel isim vardı değil mi?
“Çok haklısın. Şu bir gerçeği asla unutmamalı; Zeki Müren’den önce de Bodrum’u keşfeden esaslı insanlar vardı. Bir kere asıl Bodrum’u Bodrum yapan Cevat Şakir’dir. Cevat Şakir’in oraya sürgün edilmesi ile Bodrum’un da kaderi değişmeye başladı dersek, çok da abartmış olmayız.”
Tarihe karışan “Hadi Gari, Ora Bar ve Halikarnas Disco” da birer Bodrum Markası.
“Halikarnas’ın Halikarnas olduğu zamanları hatırlıyorum da; İstanbul’da sana selam vermeyen bir kız, Bodrum’da bir başka davranıyordu. Ben 64’lüyüm. Gençliğimde Bağdat Caddesi’nde bir kızın elini tutarak yürümek, büyük olaydı. Bodrum’da ise İngiliz ve Hollandalı turistlerin de etkisi ile el ele gezmek, akşam birlikte içki içip dans etmek çok doğal şeylerdi. Benim için Bodrum Hadi Gari’ydi. Espadril, şort ve t-shirt ile gidilirdi. Orada kimse kimseye asılmaz, kimse kimseyi rahatsız etmezdi. Hemen herkes birbirini tanırdı, ya da ortamın gereğine uyardı. Öyle aşırılıklar, şımarıklıklar asla olmazdı. Şimdi mekânların çoğu boy gösterme yeri haline gelmiş. Hadi Gari gibi, Veli Bar da öyle, Ora Bar’da öyle. Mavi Bar vardı. Neredeyse yoklama alınırdı bu mekânlarda. Şimdi buna benzer mekânlar kapandı, sahte ürünlerin satıldığı tezgâhlar haline geldi. Ben çok üzülüyorum. Bodrum’un bir klası vardı. Belki her yerde bu değişim, bu başkalaşım vardır. Ama Bodrum benim için her yer değil, herhangi bir tatil beldesi de değil. Bodrum benim gözümde Monaco’dan, Nice’den, Cannes’ten çok farklı bir yeri yok. Nitekim Bodrum böyleydi. Önceden Bodrum’a gidilirdi. Şimdi Yalıkavak’a gidiliyor, Gündoğan’a, Türkbükü’ne, Akyarlara’a gidiliyor. Elbette değişecek. Durmayacak gelişecek ve değişecek Bodrum. Sonuç olarak Bodrum benim yaşamımda çok önemli bir yer.”
Neden?
“Çünkü dedem Bedri Rahmi Eyüboğlu için de Bodrum çok özel ve çok önemli bir yer. Dedem de, babam da çok sevmiş Bodrum’u. En çok dedem sevmiş, çünkü dedem oranın ışığını resimlerine yansıtmış. Hani Bodrum’un akşamüzeri batarken bir ışığı vardır ya, farklıdır, dünyanın hiçbir yerinde yoktur o ışık. Dedem işte o ışığı çok sevmiş ve sürekli olarak bu ışığı kullanmış. Dedem denizi çok severdi, babam deniz için ölürdü. Babam İstanbul’da yapamadıklarını Bodrum’da yapar ve mutlu olurdu. Bodrum bizim için ailenin bir araya geldiği, dinlenildiği, geceleri eğlenilen bir tatil beldesiydi, daha çok bir yaşam biçimiydi. 90’lı yılların sonuna doğru, Bodrum bizim elimizden kayıp gitti sanki. Denize girecek yer yok, para ödemeden girebileceğin bir plaj yok. Tekne turlarının tadı tuzu kaçtı. Bodrum bir yaşam tarzından daha çok, bir ticaret, bir rant merkezine, para kazanma yerine döndü. Bodrum’un o kendine has tekneleri yerine İstanbul’da o düz güverteli ve kimliksiz tekneler işgal etti her yeri. Yada acayip şekiller, kurukafalar olan günlük konsept diye adlandırılan teknelere dönüştü…”
İki katlı beyaz evlerimiz ve Begonvillerimiz hala var. Her şey karşın direniyorlar.
“Keşke Bodrum’un iki katlı ve beyaz boyalı evleri olmasına gösterilen hassasiyet, bu tür değerlere de gösterilebilseydi. Geç kaldık artık. Sezonda Bodrum’un içi dışı, dağı, tepesi her yeri doluyor. Adım atacak yer kalmıyor, aynı İstanbul gibi trafik sıkışıyor. Ne bekleyebiliriz ki artık Bodrum’dan? Benim birçok arkadaşım Bodrum’a yerleşiyor ve Temmuz ile Ağustos aylarında da Bodrum’dan kaçıyor. Okullar açılıp normale dönünce Bodrum’a geri dönüyorlar. Şaka gibi ama durum aynen budur. Benim Bodrum’da en son hatırladığı tabelada 18 bin nüfus vardı. Sonra 30 bin oldu. Geçenlerde bir arkadaşım tabela önünde fotoğrafını göndermiş 160 bin yazıyor. Bu demek oluyor ki Bodrum’un nüfusu 250 bin. Artık İstanbul’da bilmediğin bir markanın Bodrum’da da şubesi var. Çok enterasan, iki günlüğüne Bodrum’a gelip, beş bavulla dönenler var. Yok Gümüşlük kıyafetim, yok Yalıkavak kıyafetim, yok marina kıyafetim, Türkbükü kıyafetim. Biz Bodrum’da bir espadril, bir sort ve bir t-shirt ile tarz yapardık.”
Aynı dedesi gibi Rahmi Eyüboğlu için de Bodrum çok başka bir yer. Eşi ile ilk tatilini Bodrum’da yapmış örneğin. Çocuklarının ilk denize girdiği yer de Bodrum. Bodrum dededen toruna, Eyüboğlu ailesi için çok özel bir yer. Galiba artık sadece anılarda…
Söz dönüp dolaşıp Halikarnas Disko’ya geliyor.
“Halikarnas Bodrum’un bir parçasıydı. Bence Bodrum Belediyesi ne yapıp edip oranın kapanmasına engel olmalıydı. İngiliz kızların gelip dans ettiği dönemden, Rus kızlarına kadar, İbrahim Tatlıses konserlerinden, Nilüfer, Sezen Aksu, Ferdi Özbeğen konserlerine kadar Bodrum Halikarnas çok özel bir yerdi. Bodrum ile özdeşleşmiş, bir Bodrum markasıydı. Tebrik ediyoruz bu markayı bitirenleri ve kapanmasına neden olanları.
Rahmi Eyüboğlu’nun eşi Sibel hanım da söyleşimize dahil oluyor. Bir yandan muhteşem desenlerin yer aldığı, ipeğe benzer bir bezi boyamaya devam ediyor, bir yandan da Bodrum’a dair görüşlerini paylaşıyor bizimle.
“Eskiden Bodrum giden herkes için özel bir yerdi. Şimdi büyükşehirlere benzer bir yer oldu. Trafik berbat durumda. On dakikada gideceğiniz bir yere, bir saatte zor gidebiliyorsunuz. Beton yığını olmaya doğru gidiyor. Bodrum’a yerleşmek isteyenlerin profili de değişiyor gördüğüm kadarı ile. Milyon dolarlık evler var. Önceden mütevazi ve entelektüel insanlar yerleşirdi emekli olduklarında. Şimdi onlar Kuzey Ege ve daha çok Batı Karadeniz’e yönelmiş durumdalar. Daha ötesi Bodrum aşırı pahalı bir şehir olmuş. Denize girebileceğiniz hiçbir yer yok. İnanılır gibi değil.”
Sibel hanımın söylediklerine katılmamak elde değil. Gerçekten Bodrum’a sadece yazları gelenler için bu vahşi değişim çok daha net görünüyor. Değişimin farkındayız bizler de, lakin bizler Bodrum’da sürekli yaşadığımız için, bu değişimi onlar kadar sert bir şekilde fark etmiyor olabiliriz.
Geçmişten bir öykü ama yaşanmış bir öyküyü paylaşıyor Rahmi Eyüboğlu. Kontrolsüz ve vahşi değişimin, ilahi bir hesaplaşması mıdır bu anlattığı acaba?
“Bodrum’a sadece askerlik döneminde, 1988’de gidemedim. Onun dışında her yıl mutlaka Bodrum’a gitmişimdir. Bodrum’da bizim için hem acı, hem tatlı anılarımız vardır. Yine de haksızlık yapmayalım bizim gibi Bodrum sevdalıları için, Bodrum’da ne ararsan var hala. Bodrum’un kendine çeken bir tarafı var. Bizim bir “Ugh” adında, kendini Kızılderili sanan bir insanımız vardı Bodrum’da. Ali Cengiz’in kahvesi ile eski Sensi Bar vardı, işte ikisinin arasında bir arsa vardı boş. İşte oralarda bir yerdeydi onun arsası. Orada yatar, kalkardı. Şimdi oraya ne yapılırsa yapılsın tutmuyor. Ugh’un yerinin yanındaki işletmeler iş yapıyor, ama onun yerindeki işletme sürekli her yıl el değiştiriyor. “Burası Bodrum, her an her şey olabilir…” diyen adamdı. Sanki ilahi bir adalet mi devreye giriyor bilemiyorum artık…”
Ustanın torunu Rahmi Eyüboğlu, bu kadar Bodrum sohbetinin ardından, Bedri Rahmi Eyüboğlu’nu anlatmaya başlıyor.
“Bedri Rahmi benim için öncelikle dedeydi. Hani dedeye şımarırsın, yaramazlık yaparsınız ya, işte öyle bir dedeydi. Dedemin sırtına at gibi binip, az dolaşmadım. Babam tek oğluydu, bende tek torunum. Doğal olarak kıymetliydik. Dedem Bedri Rahmi’nin Bodrum anılarından daha çok “Mavi Yolculuk” anılarını hatırlıyorum. Çünkü teknede iç içeydik. O zaman hiçbir detayı kaçırmıyorsun. Bizim Mavi Yolculuklar sekiz on kamaralı, püfür püfür klimalı, kamaralarında tuvaleti, duşu olan tekneler değildi. Tek tuvalet olurdu. İhtiyaç için yüzerek karaya çıkılırdı ve orada ihtiyaç giderilirdi. Kimse şikâyet etmezdi. Yolcularda öyle hafife alınacak kişiler de değildi üstelik. Örneğin Amerikalı beyin cerrahı Mr.Giovanni’den tutun, Viyana’da ki iç mimar Ertürk Bey’e, çocuk doktoru Prof.Günay Ezer’den çıkın, daha kimler kimler. O zamanlar teknede yemek yapan personel yoktu. Otuz kişi mavi yolculuğa çıkılırdı, her gün üç kişi nöbetçi olurdu. O üç nöbetçi sabah, öğle ve akşam sana ne verirse onu yerdiniz. Yok öyle “Benim canım kebap istiyor’ diye bir şey. Artık önüne ne gelirse o gün. Üstelik o üç kişi bütün gün yemekten bulaşığa, temizliğe kadar her şeyi yapardı. Böyle bir imece vardı. Tekne balık olan bir yere yaklaşınca balık satın alınırdı. Millet takla atardı o zaman. Mavi Yolculuk böyle bir şeydi. Bir felsefesi vardı.”
Bedri Rahmi’yi anlatır mısınız biraz?
“Dedem Bedri Rahmi sert bakışlıydı. Sert görünürdü. Yapısı öyleydi. İri bir adamdı, gür saçları vardı, kocaman bir adamdı işte. Sesi güçlüydü. ‘Reis!’ dedi miydi dönüp baktırırdı. Ama o sertliğin altında da çok yumuşak, munis, insan seven bir kişilik vardı. Doğrusu ben dedemden bir sertlik görmedim. Dedemi 11 yaşındayken kaybettim. Bir kaç kere çok kızdırdığımı hatırlıyorum. Çok güldüren, öğretmeye çalışan, sevgisini gösteren, öpen koklayan bir dedeydi. Yüzmeyi öğrenmem için denize atan da oydu. Su kabağı ile yüzmeyi öğrenirdik. Bedri Rahmi bir dede olarak yapması gereken dedelik vasıflarının tamamını yaptı diyebilirim. Dedeni birkaç cümle ile anlat dersen, Bedri Rahmi insan severdi. İnsanlara güvenirdi. Biz de insanları sevmeyi, saymayı dedemizden öğrendik. Bazen biz de onun gibi bundan dolayı çok kazık yedik. Öyle bir maya atmış ki, kazık da yesek o huy hala devam ediyor. Ben hala koylara gittiğimde çöp torbasını alır, mıntıka temizliği yaparım. Sonrasında içimiz huzur dolar. Hatta geçen sene 115 beygir Yamaha motoru olan bir teknemi de Bodrum belediyesine bağışladım. Şimdi o motorla koylarda toplanan çöpleri taşıyorlar. Bunları dedem Bedri Rahmi ve babamdan öğrendim. Onların dönemlerinde plajlar, koylar bu kadar kirletilmiş değildi. Ama yine de temizliği yaparlardı. Dilerim öncelikle kirletmemeyi öğreniriz…”

Kimler vardı dedenizle birlikte, hatırladıklarınız?
“Dedemin yanındayken en çok İlhan Berk’i hatırlıyorum. Edebiyatçıları pek hatırlamıyorum ama ressamlar Turan Erol, Hanefi Yeter, İbrahim Örs net olarak hatırladıklarım ve sohbetlerine tanık olduklarım…”
Babanızdan da bahsetmeden geçmeyelim değil mi? O da aile mirasına yani ustanın mirasına sahip çıkmış, yaşamını da bu işe vakfetmiş bir isim.

“Babam Mehmet Eyüboğlu aslında pazarlama eğitimi almış. Ama dedemin ölümünden sonra eğitimini feda etmiş bir insandır. Bunun nedeni de kalan kültürel miras, çarçur olmasın diyedir. Dedemin vefatından sonra annesi yani benim babaannem Eren Eyüboğlu yalnız kalmasın diye sık aralıklarla Mecidiyeköy’den, Kalamış’a gelerek onu ziyaret ediyordu. Bir gün geldiğinde evin karşısındaki kaldırımın üzerinde büyük bir kamyon görüyor; dedemin resimleri taşınıyor. Tamamen tesadüf. İsmini vermeyeceğim. İstanbul’un o dönemlerindeki en meşhur galerilerinden birisi, babaannem Eren Eyüboğlu’nun eline bir zarf tutuşturuyor ve evdeki ne var ne yok kamyona yüklemeye başlıyor. Babam “Ne yapıyorsunuz?” diye sorunca, “Biz bu resimleri satın aldık…” diyorlar. Babam annesinin elindeki zarfı alıyor ve geriye teslim ediyor. “Sen bu zarfı al, indir resimleri de…” diyor. Bizim yıllardır açtığımız Bedri Rahmi sergilerinin demirbaşını oluşturan o resimleri geri alıyor. İşte o zaman babam “Benim annemi yalnız bırakmamam gerekli. Bu mirası da koruyup kollamam lazım,” diye karar alıyor. Dedemin vefatından bir yıl sonra, 1976 yılında Bedri Rahmi’nin yaşadığı binaya küçük bir ek yaptırıyor ve babasının evine taşınıyor. Buraya taşınmasının ardından da Bedri Rahmi eserlerini yavaş yavaş toparlamaya ve muhafaza etmeye başlıyor. Şöyle bir planlama yapıyor; Bedri Rahmi de Eren Hanım da çok üretkenler. Tek olanları ayırıyor, birden fazla olan ürünleri satılabilir olarak sınıflandırıyor. Diyelim Karadut döneminden bir eser var, kesinlikle satılamaz diyor. Piyasayı da doyurmak lazım, ama iyilerini de korumanız lazım. Babam bu işi çok iyi becerdi. Bedri Rahmi çok ürettiği için her dönemden bir hayli eseri vardı. Dedem öleli 43 sene olduysa, bizde hala tamamı aileye ait 140-150 resimle restrospektif sergi açabiliyorsak, biz bu işi başarmışız demektir. Ne demek restrospektif sergi; bir sanatçıyı izleyiciye tanıtacak, her dönemini ona gösterebilecek, bu gösteride de en az 5-6 başyapıt sayılabilecek eser olması gerekir. Bu da bizde mevcut. 43 yıl sonra sen bunu sağlayabilmişsen, bu mirasa sahip çıkmışsın anlamına geliyor. Artı dışarıya satılmış eserleri de bu restrospektif sergiye eklediğinizde muhteşem bir sergi anlamına geliyor.”
Bedri Rahmi’nin evi adeta bir müze. Çok iyi korunuyor, ya da korumak için çok mu bedel ödeniyor. Zor bir iş olsa gerek.
“1976’dan bu yana dedemin de yaşadığı bu evdeyiz. Bu ev benim için çok önemli. Örneğin babaannem bu evde ölmek için neler yaptı… Tek isteği bu evde ölmekti, yaradan onu seviyormuş ve bu evde öldü. Babam rahatsızdı ve Kartal Hastanesi’nde yatıyordu ve “Beni evime götürün, evimde ölmek istiyorum,” dedi. Hastaneden eve geldiğindeki sevincini anlatmak mümkün değil. O moralle bir buçuk ay daha yaşadı. O nedenle ben de bu eve sahip çıkmaya çalışıyorum. Etrafımızdaki yüksek binaları görüyorsunuz. Bizler ailece bu evi yıkıp bir apartman yapmadık. Bizden sonraki kuşak ise kendileri karar verecekler. Bir kızım, bir oğlum var. Belki bu evi yine bu şekilde korumaya çalışırlar, ya da yerine kocaman katlı bir bina yapabilirler. Tamamen onlara kalmış bir şey.”
Peki devlet destek vermiyor mu, vermeyecek mi?
Evet biz bu kadar muhafaza etmek istiyoruz da peki devlet ne yapıyor? Doğrusu bu güne kadar devletten bir destek göremedik. Bazıları gelip bu evi olduğu gibi koruduğumuz için çok iyi yaptığımızı söylüyor. Ama nasıl korunuyor, kimsenin bir şey bildiği yok.”

Aslında bu evin müze olması gerekmez mi?
“Kesinlikle doğru söylüyorsunuz. Ben de bu evin müze olmasını çok istedim. Çok gayret ettim. Yüzümü kızartıp, kuyruğumu kıstırıp gidip görüştüğüm kurumsal kimlikler oldu. Devletin bu konudaki en üst makamı olan Kültür Bakanı Ertuğrul Bey geldi. İki buçuk saat evi dolaştı. En azından hiç gündemde yokken, bir kitap çıkardı. Ama o bile daha kapıdan içeriye girerken “Eyüboğlu benden para isteme, bütçemiz yok,” dedi. Ben de ülkemizin terörden, ekonomik sıkıntılara kadar bir sürü konu ile uğraşan devletimizden, yüzümü kızartıp hiçbir şey isteyemedim. Bedri Rahmi’nin evini müze yapın diye söylemedim açıkçası. Belki 20-30 sene sonra ülkemiz çok daha iyi bir durumda olur, o zaman belki devlet sanatçısına ve değerlerine daha çok sahip çıkabilir. Kadıköy Belediyesi biraz destek veriyor. Bir şeyler yapmak da istiyorlar, ama güçleri yetmiyor. Bu konuda destek olabilecek büyük boyutta birkaç kurumsalla görüştük, şu ana kadar hiç dönüş olmadı.”
Ne kadarlık bir bütçe gerekiyor, buranın müze olabilmesi için?
“Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun müze olabilmesi için; evde hali hazırda korumaya çalıştığım tablolar var. Bu tabloların olması gerektiği şekilde korunabilmesi için bir mekânın eklenmesi lazım. 100-150 m2’lik iklimlendirmesi olan, yani ısının 18 derece, nemin de 52 olduğu yeni bir yer olması lazım. Dünyanın gelişmiş ülkelerindeki müzelerin depolarındaki eserler bu şekilde korunuyor. Bu işin teknik tarafı. Bu evi düşünün giriş kat 30 derece, orta kat 27 derece, çatı katı ise 40 derece. Buradaki resimler yaratanın gücü ile korunuyor. Bu güne kadar çeşitli tadilatlar ile idare ettik, ama ev artık su koyvermeye başladı. Bu ev anıtlar kurulundan 2.derece koruma altına alındı. Mimar Cengiz Bektaş ile birlikte anıtlar kuruluna gittik. Bazı değişikler yaparak, eserlerin daha iyi korunmasını sağlamak istediğimizi söyledik. Aldığımız yanıt ise; “Biz burayı korumaya aldık, bunu bozup size tadilat izni veremeyiz. Çünkü o zaman soruşturma geçiririz,” dediler. Böylelikle bırakın bir müze yapabilmeyi, eserleri koruma şansını da yitirmiş olduk…”
Sonuçta eski bir ev ve mutlaka bakım onarım gerekiyor. Tek başınıza siz nasıl karşılıyorsunuz bu masrafları? Yani müze haline getirebilmek için büyük bir bütçe gerekiyor sanıyorum.
“Bakım onarım ve tadilat için aile içinde bize destek veren büyüklerim var. Ancak bir müze haline getirebilmek için yaklaşık 2 milyon dolara ihtiyaç var. Bu sadece evin toparlanıp müze haline getirilmesi için, bunun yanında evin içinde depolama alanlarının ve sergilemenin nasıl bir bütçe ile yapılabileceğini hesaplamadım. Ama çok büyük rakamlar değil. Ama gittiğim kurumsal kimlikler veya buraya gelerek etkilenen kurumsal kimlik temsilcileri sonradan cevap bile vermediler. İlk başlarda bu söylemlerden dolayı ben de heyecanlanıyordum. Ancak artık dikkate bile almıyorum…”
Öyle bir şey anlattı ki Rahmi Eyüboğlu, şaşkınlık ve acı içinde dinledim. İnanamadım. İsmini vermeyeceğim ama, ülkenin kuruluşunda da önemli bir yere sahip, üstelik sanatsever ve Bedri Rahmi hayranı çok çok büyük bir kurumun genel müdürüne Rahmi Bey durumu anlatmış. O da hemen birilerini görevlendirmiş. Gelmişler ölçüp, biçmişler. Rahmi Bey “Tamam galiba, şimdi burasının müze olması için bir umut doğdu,” demiş içinden. Bir süre geçmiş ses seda yok. Sonra daha alt düzey bir yönetici aramış ve Rahmi Bey’e; “Biz burayı nasıl müze yapabiliriz diye bir yöntem aradık ve ne yazık bir yöntem bulamadık. Şimdi burayı müze yapsak, bir başka aile gelip kendi evlerini de müze yapmamızı isteyecek. Biz desek ki burası Bedri Rahmi’nin evi onun için müze yapıyoruz. Bu sefer bizimki de şunun evi diyecek. Bu işin sonu yok. Bu nedenle destek olamayacağız,’ demiş. Durum korkunç. Demek ki Türkiye’de birçok değerimiz bu şekilde heba oluyor, yok olup gidiyor. Üstelik, kaç tane bu şekilde korunmuş, Bedri Rahmi gibi bir devin, içi çalışmaları ve yaşadığı anılarla dolu evi var ki Türkiye’de?
İnanılır gibi değil. Burası herhangi bir ev değil, Bedri Rahmi de herhangi birisi değil.
“İşte bir umut daha var. Seninle yaptığımız bu söyleşinin ardından bir arkadaşımız burada söylediklerimiz okuyup etkilenir ve bize geri döner mi bilemiyorum. Ama umutsuz değilim. Evet Bedri Rahmi benim dedem, ama Bedri Rahmi Türkiye’nin bir değeri ve sanatçısı. Bahsedilen rakamlar bazıları için çok kısa bir sürede kazandığı veya harcadığı bir miktar. Benim ve ailemiz için büyük rakamlar ama…”

Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun evi muhteşem. Bazı yerlerine hiç dokunulmamış. Bedri Rahmi çıkıp gelse her şey yerli yerinde, diye söylüyor Rahmi bey. Bundan sonra anlattıklarını da evin her köşesini gezerek, Bedri Rahmi’nin çalışma masasından yatağına, oturma odasından mutfağına kadar korunmuş evi gezdirerek anlatıyor Rahmi Eyuboğlu;
“Eren ve Bedri Rahmi Eyüboğlu, 1958 yılında Turgut Cansever’den bir atölye yapmasını istemiş. Aslında burası bir ev değil, bir atölye olarak yapılmış. Gidip gelmek sıkıntılı olmaya başlayınca, burada yaşamaya karar veriyorlar. Tuvalet ve mutfaktan başka kapı yok, yatak odası da yok. En üst kat teras. İlk yağmurda da suyu içeri alıyor. Bu arada Bedri Rahmi iki sene Amerika’da yaşıyor. Dönüşünde üst kata bir ek yapıyor ve evi daha yaşanabilir, daha kullanılabilir bir hale getiriyorlar. 1975 yılında dedem vefat edince, babam yan tarafına bir ek daha yapıyor. Eklediği de şu; birinci kat mutfak, ikinci kat oturma odası, üçüncü kat ise yatak odası. İşte o günden itibaren evin içine hakim olup arşiv yapmaya başlıyor. Bu evin içinde, Bedri Rahmi’nin 1928’den, 1975’e kadar, Eren Eyüboğlu’nun da 1920’den, 1988’e kadar ellerinden çıkmış olan ve bizim elimizde kalmış bütün orijinal resimler muhafaza edilmekte. Bedri Rahmi’nin mektupları, yazıları, notları, Mavi Yolculuk sırasında yapmış olduğu çeşitli objeler ve heykeller. Anadolu’dan topladığı kilimler, bakırlar ve ona değişik gelen objeler. Karalamalar ve notlar. Günceler. Hepsi bu evde. Tabii bu kadar çok obje olunca ev biraz şişiyor. Bazılarını profesyonelce, bazılarını ise daha amatörce muhafaza etmeye çalışıyoruz. Bu evde uzun süre yaşanıldı. Babam 2009’da vefat edene kadar yaşandı. Daha sonra annem de bu evde 2011’e kadar yaşamaya devam etti. 2011’den bu yana burayı atölye, ofis ve ev gibi kullanmaya çalışıyorum. Bu evde yaşamıyorum ama 24 saat birileri var bu evde yine de. Evi özellikle geceleri boş bırakmamaya çalışıyoruz. Stresli bir şey aslında. Evin en önemli eserleri resimler. Bunun yanında 1950’den beri toplanmış olan yazma kalıplarının olduğu depo. Dedem ilk kalıpları Hanimyan ustaya yaptırmış. 12-15 tane. Şimdi var 250-300 tane. Dedemden, babama ve ondan da bana kalan 68 yıllık bir gelenek bu. Her sene birkaç kalıp eklerseniz işte 300 kalıba ulaşıyorsunuz. Evin içinde her köşede bir şeyler var.”
Sibel Eyüboğlu yeniden söze giriyor. Başını yaptığı boyama işinden hiç kaldırmadan anlatıyor;
“Ben aileye girdiğimden beri, eserlerin korunması ve yazma geleneğinin de gelecek kuşaklara aktarılması konusunda gösterilen hassasiyeti net olarak gördüm. Ben de, bana düşen görevi yerine getirmeye çalışıyorum. Bu süreçte yazma ile ilgili çalışmaları yürüterek, Eyüboğlu ailesinin mirasını bir adım daha öteye götürmeye çalıştım. 2009 yılında kayınpederim vefat edince buradaki manevi değeri de göz önüne alarak yazma işini sahiplenmeye çalıştım.”
Eğitiminiz bu yönde miydi? Ya da bu sanatla bir yakınlığınız var mıydı?
“Aslında bu aileye girdiğim anda bir eğitim başladı. Hiç fark etmedim bile. Nasıl öğrendim, nasıl bu işin ustası oldum hala anlamış değilim. Ben Bedri Rahmi’yi tanımadım, ama onun söylediği bir sözü vardır; “Ressamlığıma, şairliğime laf edenlere bir şey diyemem ama öğretmenliğime laf ettirmem,” şeklinde. Kayınpederim Mehmet Eyüboğlu çok iyi bir öğreticiydi. Sanırım babasından kalan bir yetenekti. Çok emek vermiş, çok uğraş vermiş buranın korunması ve yaşaması için. Bize de öğretti. Bu kadar uğraşın ve emeğin ardından biz de 2009’dan itibaren o görevi devraldık ve bu günlere getirdik. Atölyemizin ayakta durmasını bir gönüllü grubu destekliyor. Bedri Rahmi ve Eren Eyüboğlu eserlerinin korunması ve yaşatılması konusunda ben de eşimin arkasında duruyorum ve ona destek veriyorum.”
Sibel Hanım da elinden geleni yapacağını ifade ediyor ancak bu işin aslında bir kurumsal kimliğe kavuşturulmasının en doğrusu olduğunu kaydediyor. Yazma atölyesinin çok büyütülmesini istemiyorlar. Çünkü o zaman yetişmenin çok daha zor olacağını söylüyor. Çocuklarına da baskı yaparak bu işin sahip çıkılmasının da doğru olmadığını düşünüyor. “Burada bir hazine var, belki bir gün çocuklar da belli bir yaşa geldiklerinde bunun farkına varılar,” diyerek sözlerini tamamlıyor.
Son olarak meşhur Bedri Rahmi Koyu’nun ve o koydaki balığın hikayesini anlatır mısınız? Siz canlı tanıksınız değil mi?
“Tabii… Dedemle 1974’de mavi yolculuğa çıkmıştık. Meğer o son mavi yolculukmuş. 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı’nın olduğu seneydi. Biz Marmaris’ten çıktık, Fethiye körfezinde dolaşırken, su almak üzere Osmanağa koyuna girdik. Kıbrıs’a çıkarma yapılmış. Savaş var ve Marmaris’e dönemiyoruz. Güvenlik nedeni ile beklemek zorundayız. Yedi günlüğüne çıktığımız mavi yolculuk on beş güne geldiği için insanlar daraldılar. Osmanağa koyunda su alırken, tekneye bir piyade yanaşıyor, bir balıkçı. Bir baba trança var elinde. Dedem almak istiyor ama herkes balık yemekten bıkmış, kimse yanaşmıyor. Dedem de alıyor boyaları ve sahile çıkıyor. Orada kocaman bir taş var. Yaklaşık 45 dakika içinde o kocaman balığı o kayaya oturtuyor. Teknedekiler işte o zaman anlıyorlar durumu. Aslında dedem teknedekilere tepkisini, o resimle veriyor. Sonra balıkçıyı çağırıyorlar ve o trançayı alıyorlar. Ben o trançadan yapılan şişin lezzetini, tadını bu gün bile unutamadım. İşte Osmanağa sahildeki o kaya resminin gerçek hikâyesi budur. Mavi yolcular o balıkçının balığını istemediler diye, dedemin koyduğu tavrın
bir sonucudur o resim. Orada bir çocuk vardı. O resmi koruyor. Biz gittik eşimle restore etmek için. Ona bu resmin hikâyesini anlattık. Ama o yine kendi hikâyesini anlatmaya devam ediyor. Şu an korunuyor ve ihtiyaç oldukça dedemin kullandığı o orijinal boyalar ile gidip restorasyonunu yapıyoruz. Bir dönem üzerine parti isimlerini filan yazmışlardı. Onları silip temizledik ve eski haline getirdik. Osmanağa diye bilinen koy, artık Bedri Rahmi koyu oldu. Ben şunu söylüyorum her zaman; bu dünyaya görsel bir eser bırakmak, fikir bırakmaktan çok daha kuvvetli bir şey. Bedri Rahmi oraya o balığı çizdi boyadı ve o koy onun adına anılır oldu. Bu müthiş bir şey. Yabancı bir koy olmaması, Bedri Rahmi Koyu olması bizim ailemiz için de çok değerli…”
Bu söyleşi aslında üç saate yakın sürdü. Torunu Bedri Rahmi’nin evinin her köşesini bize dolaştırdı ve neredeyse her bir parçayı tek tek anlattı. Bunu neden yaptığını da açık yüreklilikle söyledi; “Eğer birisi bu söyleşiyi okur ve “Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun evinin müze yapılması gerekir. Ben de bunu yapabilecek güce sahibim,” der ise işte o zaman Bedri Rahmi Eyüboğlu ve eserleri gelecek kuşaklara aktarılmış olur. Bedri Rahmi eserleri de böylelikle kurumsal bir koruma altına girer…”
Eğer böyle bir şeye vesile olabilirsek, ne mutlu BG Dergi ve ekibine…
Olur mu acaba?
Neden olmasın?