“Rol Yapmıyorum, Rolü Yaşıyorum” – Alp ÖYKEN
Alp Öyken 1960’ların başından bu güne kadar tiyatronun içinde varolmuş, yoğrulmuş çok özel bir sanatçı. Sesi gür, yüreği yumuşacık bir filozof adeta. İyi bir tiyatro sanatçısı olmasının yanı sıra iyi bir seslendirmeci de aynı zamanda. İki evladı var; biri kız, biri oğlan. Yönetmenlik yapan Aslı Öyken Taylan ve İstanbul Üniversitesi’nde Latin Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde doçent olan Ekin Öyken. Evlatlarının başarılarını göğsünü kabartarak, övünerek anlatıyor. Onlardan gurur duyduğu her halinden belli.
Bir de Nüzhet Hanım var. Alp Öyken’in 37 yıllık hayat arkadaşı olan ve 15 Aralık 2004’de sonsuza gönderdiği ama yüreğinin en nadide köşesinde anısını yaşattığı opera sanatçısı Nüzhet Öyken... Aslında sadece yüreğinde değil, şiirlerinde ve bahçesindeki ‘şarap rengi karanfillerde’ de yaşatıyor onu.
Sekiz yıldan bu yana ona yol arkadaşlığı yapan, yalnızlığını, geçmişini ve bugününü ile yarınını paylaşan Tülin Gök Hanımefendi ile birlikte, Bodrum Gündoğan’da yaşamını sürdürüyor.
Alp Öyken, “37 yıllık eşim benim hayatımın birinci şansıydı, Tülin ise benim hayatımın ikinci şansıdır,” diye tarif ediyor Tülin Hanım’ı. Birbirlerine sevgi dolu gözlerle ve gülümseyerek bakıyorlar. Diğer taraftan da birbirlerinin yaşanmışlıklarına ve geçmişlerine de müthiş saygılılar. Bu günlerde böyle ilişkilere pek rastlanmıyor, doğrusu gıpta edilecek bir çift...
TRT-3’te çalan klasik müzik eşliğinde başlıyoruz söyleşimize. Sohbetimizin fonunda Antonio Vivaldi, Ludwig van Beethoven, Johannes Brahms ve Wolfgang Amadeus Mozart var. Düşünün artık bu söyleşinin tadını...
Usta Alp Öyken’i en başından konuşmaya başlayalım. Ne dersiniz?
Canım kardeşim sen nasıl istersen. Ben yüz bin yaşında olduğum için, oldukça gerilere gitmek gerekiyor. İzmir Karataş’ta, Ayhan Işıklar’ın, Dario Morenolar’ın ve daha birçok sanatçının yetiştiği bir çevrede doğmuşum. Alsancak İlkokulu’ndayken, Türkçe öğretmenim Cemal Hürmen, nurlar içinde olsun, bir gün “Siz aktör olunuz,” deyiverdi. Allah Allah aktörlük nedir ki? Sonra yüzüme baktı. Anlamadığımı görünce bu sefer; “Siz tiyatro sanatçısı olun,” dedi. Nereden çıktı derseniz; hani her derste bir şeyleri okuyan bir-iki gedikli öğrenci vardır. İşte o sınıfa sesli olarak okuyan öğrencilerden biriydim ben de. Çünkü ses tonum buna çok uygundu. Hem dinleyen arkadaşlarım için, hem de sanıyorum o zaman öğretmenlerim için o ses tonum dikkat çekiymiş. Bu dediklerim ‘50’li yıllara denk geliyor. İşte öğretmenimin de telkini ile tiyatro merakım da böyle başlamış oldu. Babama gittim dedim ki; ‘Ben tiyatro sanatçısı olacağım.” Tabii önceleri pek uygun görmedi. Sonra “Devletin sanatçısı olacağım,” dedim. İşte o zaman biraz yumuşadı. Ama daha sonraları gelip, Adalet Ağaoğlu’nun ‘Tombala’ oyununda beni izledi ve “Bey oğlum, güzel yaparsın sen bu işi be ya. Herkes alkışlıyor seni” dedi. Çok mutlu olmuştu babam bu duruma. Tiyatro yaşamım böyle başladı işte.
Babanız ‘be ya’ diye konuştuğuna göre, Rumeli, Trakya mı kökeniniz? İzmir’e nereden gelmiş aile?
Rumeliliyiz biz. Annem Fatma ve babam İsmail ‘93 Harbi zamanlarında İştip’ten buraya gelmişler. Öyken soyadı ise amcamdan geliyor. Ben internetten araştırdım anlamını, akciğer demekmiş. Bizim nurlar içinde yatsın Cebeci Konservatuarı’nda fonetik hocamız Nurettin Sevim; ‘öyküden, öykünen, şöhrete giden’ anlamı olduğunu söylemişti. Bu arada adım da, aslında Alparslan. Bu adı da amcam koymuş bana. Mahallede Arslan derlerdi. Sonra baktılar Arslan’a benzer yanım yok, Alp denilmeye başlandı. Meslekte de Alp Öyken olarak tanındım. Benim iki güzel dostum gidip tahsis yaptılar. Şu anda resmi olarak Alp Öyken ismim.
Eğitim konservatuar değil mi? Yoksa alaylı mısınız?
Cebeci Konservatuarı. Şimdilerde maalesef ne olduğu meçhul. İdil Biretler’in, Gürer Aykallar’ın, Yıldırım Önallar’ın, Müşfik Kenterler’in ve adını sayamayacağım kadar çok sanatçının yetiştiği Cebeci Konservatuarı bu gün yok. AKM’yi yıkıyorlar ya. Henüz onu yıkamadılar ama. Cebeci Konservatuarı’nı bitirdim. İstanbul Devlet Tiyatrosu’nda Yıldırım Önal ve Işık Yenersu ile birlikte ‘Büyük Kulak’ adlı bir Fransız oyunu ile başladım. Bu oyunda yaşlı bir Fransız çapkınını oynuyordum. O yıllarda kıvır kıvır saçlarım da vardı. O karakter çok hoşuma gitmişti. Genel müdürümüz benden yaşlı ağabeylerimiz varken bile o rolleri bana verirdi nedense. Bende bu durumdan hep memnun kalmışımdır. Kendini oynamaktan ziyade karakter ve kompozisyon oymamanın bir tiyatro oyuncusuna büyük yararı vardır.
Bir tiyatro oyuncusu için ses çok önemli olsa gerek. Tiyatroda oyun yeteneği ön plandadır, ses de onun tamamlayıcısı mıdır?
Başlangıçta ses cazip gelmiş olabilir. Benim deneyimlerime göre; bazı ağabeylerimiz sesleri çok dinlerdi. Ben ses tonumun ne olduğunu çok iyi biliyorum. Örneğin bana, “Şu dizide seslendirme yaptın,” diyemezsiniz. Çünkü orada değişik bir ses duymuşsunuzdur. Rahmetli Savaş Başar, bir dönemin ünlü dizisi Komiser Kolombo vardı, onu seslendirmişti. O ses artık Komiser Kolombo olmuştu. Bir başka oyun ya da filmde hala Komiser Kolombo diyorlardı. Ben kendi kendime “Alp bunu söyletme,” dedim. Sanıyorum bunu da başardım. Birçok seslendirme yaptım, Ankara’da devlet tiyatrosundaki arkadaşlarımız ile biz başlattık hatta. Ses tiyatroda önemli bir avantajdır, benim enstrümanımdır. Onu çeşitli şekillerde ve en iyi şekilde kullanmak görevimdir. Sağlığım gibi, vücudum gibi, sesimi de korumak görevimdir. Şimdi ben çok kilolu bir oyuncu olsam bazı şeylerde zorlanırım.
Kimler vardı?
Yıldırım Önal bizim büyüğümüz, ağabeyimizdi. Ben ilk profesyonel olduğumda, ‘63-’64 yıllarında Kleopatra’yı Işık Yenersu ile birlikte oynamıştık. Işık Yenersu Kleopatra’yı, Apollo Dorus’u da ben oynamıştım. Maalesef birçoğu sonsuza göçtü. Devlet tiyatrolarının en iyi aktörlerinden birisi Macit Flordun, bir Süha Tuna, bir Şener Ünal vardı. Deniz Gökçer, Zeliha Berksoy bizim dönemimizdendi. Daha çok var da, şimdi ha deyince akla gelmiyor.
Devlet tiyatrolarının tek tek kapatıldığı, özel tiyatroların bile zor ayakta durduğu, hatta duramadığı yıllardayız şimdi. O zor yıllarda, yani ‘50’li yılların ikinci yarısı ve ‘60’lı yıllarda tiyatro zor muydu?
O yıllarda sevilen bir sanat dalıydı ve ilgi görüyordu. Ama şimdiki gibi her ilde bir üniversite ve her üniversitede de bir tiyatro bölümü yoktu. Bence bazı yanlış politikalar uygulandı. Bir sanat okulu bir üniversiteye bağlandığında, olay başka bir yere gitmeye başladı. Sanatın doçenti, profesörü olmaz. O başarılıysa, sahneyi dolduruyor ve alkışları alıyorsa zaten ustadır. Bana göre sanat, sanat okulunda yapılır. Elbette tiyatronun bilimsel tarafı da vardır. Sahnede gidiş, geliş, duruş ve mizansenler nedir? O da bir geometrik düzendir. Bana göre tiyatro matematiğin ta kendisidir...
Alp Öyken gülümseyerek; “İş biraz derinleşiyor, biz biraz yüzeye çıkalım, yoksa vurgun yiyebiliriz,” diyerek konuyu değiştiriyor.
Sinema ve tiyatroyu karşılaştırdığınızda neler söyleyeceksiniz?
Sinema denildiğinde elbette Yeşilçam. ‘90’lı yıllarda ben de Osman Faruk Seden ile birlikte birkaç tane sinema filmi yaptım. Sinema bambaşka bir şey. Yönetmen isterse seni göklere çıkartır, isterse kötü bir oyuncu haline de getirebilir. Rahmetli Yıldırım Önal müthiş bir tiyatro sanatçısıydı, ama oynadığı bütün filmler ise rezildi. Tiyatroda ne yaptığını sen bilirsin ve sen sorumlusundur. Yönetmen ve eser ile anlaşmak zorundasındır. Eseri doğru algılamak durumundasın ve doğru yorumlamak zorundasın. Bunları yaptıktan sonra alır gidersin oyunu. Ama sinema ya da dizi filmler öyle değil. Elimde bir senaryo var, bakıyorum ve rolümü oynuyorum. Ama oynarken hissettiğim çoğu şeyi ben kendimi izlerken göremiyorum. Montaj yapılırken, belki de en iyi sahne tak kesilip atılıyor. Tiyatroda böyle kesme atma diye bir şey yok. Kamera karşısına geçmek çok güzel bir olay, ekranda olmak çok güzel. Lakin tiyatro bambaşka bir olay be kardeşim. Seyirciyi hissediyorsun, bir iki metre önünde görmüyorsun ama nefesini duyuyorsun. Müthiş bir his bu, anlatılmaz, anlatılamaz, ancak yaşanır. Duyguya kapılıp bir rolde akıl ile birlikte özdeşleşerek gidersin rolde. Mesela son olarak Savaşçı dizinde oynadığım Kırlangıç Paşa’yı izleyip, sonra beni görenler; “Ağabey sen meğer gençmişsin. Dizide çok yaşlı gösteriyorsun,” diyorlar. Ben orada o yaşlı paşaya bürünmem gerekiyor. Bu duyguyu yakalamaktır tiyatro.
Diziler büyük bir endüstri oldu. Bu dönemin bir gerçeği. Yüzlerce dizi film çekiliyor, bazıları kısa sürede yok olurken, bazıları 10 yılı bile aşıyor. Dizilerde özellikle başrolde oynayanlar yakışıklı oğlanlar ve güzel kızlar. Bir de tiyatro sanatçıları var sizin gibi. Benim kuşağımdakiler ve entelektüel birikimi olanlar, bu dizileri tiyatro sanatçılarının taşıdığını düşüyoruz. Bazıları gerçekten çok başarılı, onların da hakkını vermek lazım. Siz ne düşünüyorsunuz?
Güzel düşünüyorsunuz. Sinema ve dizi film tekniğini bilmek, kamerayı iyi tanımak lazım. Her ne kadar şimdilerde her şey elektronik olsa da yine de hata olabilir. Sahnede ise ışığı kirpiklerinde hissedeceksin. Seyirci seni net olarak görecek. Sen ışığı kirpiğinde hissederek, söz ve mizansenler ile yedireceksin ve seyirciye sunacaksın. Yoksa karanlıkta kalırsın. Ben tiyatro sahnesinde de, sinema filmi ya da dizi filmde de ışığı kirpiğimde rolümü de yüreğimde ve beynimde hissederim. Sonra zaten devamı rahatlıkla geliverir. İşimi yaparken dalga geçmeyi, kakara kikiri yapmayı hiç sevmem. Eğlenmeyi çok severim, işin dışında espri severim, gülerim. Lakin iş anında asla ciddiyetin ve disiplinin bozulmasından hoşlanmam. Önce iş sonra muhabbet.
Alp Öyken; bunun bir hayat felsefesi olduğunu vurgularken, bunun sevgide ve birliktelikte de böyle olduğunun altını çiziyor. Her şeyin yerinde ve zamanında olması onun için olmaz ise olmaz bir prensip.
70’li yıllar denildiğinde aklınızda neler kalmış?
İlk aklıma gelen AKM, yani Atatürk Kültür Merkezi’nin yanışı var. 27 Kasım 1970’te, “Cadı Kazanı” adlı eserin temsili sırasında çıkan yangınla bina harap oldu. Yaşlı bir kompozisyonu oynuyordum. Müstahdem arkadaş geldi. Adam sahneye adımını atacak, tuttum. “Nereye gidiyorsun sen yahu,” dedim. Çünkü tam o sırada sahneye ben gireceğim. Birkaç saniye kalmış sahneye çıkmama. “Ağabey, baksana yukarı,’ dedi. Küçük bir alev. Sonra o kadarcık alev bütün bir binayı çökertti. Sahnede Ayten Gökçer, Kerim Avşarlar var. Oyun oynanıyordu. Sahnedeydi herkes benim de o an sıram gelmişti. Sonrasını hatırlamıyorum. Bindört kişilik salonda çok şükür can kaybı olmadı. Bu kadar çığlık, bağırış ben hayatımda duymadım. Korkunçtu. Bizim eve haber gitmiş, sahnede kavrulduk diye. Benim sanat yaşamımda çok ayrı bir yeri vardır. Ben emekli olmadan önce son oyunumu AKM’de oynadım. Neil Simon’ın “Güneş Çocuklar” adlı eserinde başrol oynamıştım.”
Nüzhet Öyken. Sevgili eşiniz. Nur içinde olsun, devri daim olsun. Biraz da onu konuşalım mı? (Adeta gözleri parlıyor, ama sonra bir hüzün bulutu da sarıyor. Nüzhet Hanım’ı konuşmaktan tat aldığı belli. Onu konuşurken, Alp Öyken’in yüzünde hüzün ile birlikte, en çok gurur var.)
Nüzhet Öyken opera sanatçısıydı. Güzel ve güçlü bir sesti. Konuşur gibi şarkı söyleyebilen ender operacılardan birisiydi. Operanın sanatçı girişinden girdim bir gün. Bir baktım topuklu ayakkabısı ile bir hatun gördüm. Onu takip ettim. Sonra, işte o hatun sonra benim 37 yıllık eşim oldu. O tanrının bana bir lütfuydu. Nurlar içinde yatsın. Hem çok güzel bir kadındı, hem de çok iyi bir sanatçıydı. Dünya çapında bir sanatçı olabilirdi rahatça. Ama Nüzhet okul mezunu değildi. Lakin literatürde söylemediği parça kalmamıştı. Bir de bizim toplumu düşünün. Gaziantep Nizip’liydi. Beşlerden ders almış. Nice operacılar onunla birlikte söylemek istemiş. Çok özel bir insan ve çok özel bir ses...
‘80’li yıllar?
80’li yıllar zor, çok zor yıllardı. Birimizi turneye yolluyorlardı, birimizi yollamıyorlardı. Yönetimde Atatürkçü geçinen bir beşli vardı. Ben o beşliye nurlar içinde yatsın diyemiyorum. Keşke bunlar yaşanmasaydı, keşke bizler Atatürk’ün yolunda çok daha berrak yürüyebilseydik. Keşke Demokrat Parti bizi ABD’ye bağımlı yapmasaydı da biz onlara alışmasaydık. Bir tek sanatta bağımlı değiliz bence. Bir dil sorunumuz olmasa, çok daha fazla ilerleyecek sanatımız. Bizler çok şanslıyız. Dünyanın en güzel topraklarında yaşıyoruz ve tanrı bize Atatürk gibi bir lideri nasip etmiş. O günlerden bu günü anlatmış, noktasına virgülüne kadar.
Kenan Paşa ve ekibi geldi mi oyununuza?
Rahmetli İsmet Hürmüzlü’nün sahneye koyduğu ve benim başrolünü oynadığım “Karanlık” adlı oyun sahneleniyor. Stalin’in en yakınındaki bir bakanı bile nasıl harcadığını anlatıyor oyun. Sonra nasıl tek başına kaldığı anlatılıyor. Kenan Evren ve yanındakiler, yani beşliler, oyuna davet edildiler. Bütün cumhurbaşkanları geleneksel olarak kulise gelir oyuncular ile sohbet ederler. Onlar locada oturuyorlar. Sonra birisi geldi ve ‘Paşalar sizi bekliyor’ dedi. İstemeye istemeye gittik. Benim rolüm gereği işkenceden paramparça bir kostüm. Hava da soğuk, kış günü.
Kenan Paşa, “Üşümüyor musun sen yahu,” dedi.
“Üşümüyorum,” dedim.
“Üşürsün, üşürsün,” dedi ısrarla.
Tuhaf bir adamdı. Türkiye’ye büyük kötülük yaptılar.
Tiyatro sanatçıları her dönem saygı görmüşlerdir. Ancak bazı geçiş dönemleri oldu Türk tiyatrosunda. Ben tanık olmadım ama bir zamanlar tiyatro sanatçıları, milletvekillerinden birazcık daha fazla maaş alırlarmış. Ben tanık olmadım ama. Şimdilerde bir sanatçı aldığı para ile zor geçiniyordur, emeklileri sorma sakın.
Haldun Taner’i konuşalım mı biraz?
Keşke Haldun Taner ile özel yaşamımda da bir dostluğum olsaydı. Ama sadece Ankara Sanat Tiyatrosu’nda “Gorki’nin Yaz Misafirleri” adlı oyununda konuk sanatçı olarak oynadığım zaman gelmişti. Haldun Taner, “Bu oyunu oynamak için insanlar altı ay Rusya’ya gidiyorlar, siz ne zaman Rus oynamayı öğrendiniz,” diyerek geldi. Sonra bir yazısında Nurseli İdiz ve benim adımdan da bahsederek yazmış işte. Benim için çok değerli. Aslında eleştiri yazan biri değildi. Milliyet’te arka sayfada kocaman bir sütun yazmış.
Evinin duvarlarında bulunan çerçevelerden birisinde de Zeki Alasya’nın fotoğrafını görünce sormadan edemedim.
Sanıyorum Zeki Alasya da sizin yakın dostlarınızdan?
Zeki benim yakın dostlarımdandır. Devekuşu Kabare, Zeki ve Metin iyi insanlar, güçlü oyunculardır. Nurlar içinde olsun. Erken gitti Zekiciğim. Güzel adamdı...”
Zeki Alasya’dan bahsederken bir anda durdu. ‘Dur gelir ya bazen. Zeki’yi anınca dur geldi. Konuşamıyorum,’ dedi. Belli ki çok yakın bir dostlukmuş...
Sonra duvarda dikkatimi çeken ikinci çerçeveyi, içine Uğur Mumcu’nun Cumhuriyet Gazetesi’ndeki Gözlem köşesini kesip koyduğu çerçeveyi konuşmaya başladık;
Uğur Mumcu tam bir gazeteciydi. Araştırmacı gazeteci. Yeri doldurulamayacak bir isimdi. Benzerleri olabilir ama uzun bir süre yeri dolmaz. Kibirli değildi bir kere ve işini çok ciddiye alırdı. Doğrusu öyle çok fazla bir görüşmemiz olmadı. Bu yazı nasıl yazıldı diye soruyorsan eğer; Uğur Mumcu “Devlet Tiyatroları işlevini yerine getirmiyor!” diyerek oyunlarımızı protesto ettiğini söylerdi ve gelmezdi. Biz Ankara’da mütevazı bir ev almıştık. Bir sonraki sokak ise Karlı Sokak’tı. Şimdi Uğur Mumcu Sokak oldu. Ben eşimle yürürken (lanet olsun, o parçalanan) arabasını görürdük ve “Haa, Uğur Mumcu evde çalışıyor,” derdik. “Gün Ortasında Karanlık” adlı oyunu çalışıyorum. İçimden “Uğur Mumcu’nun bu oyuna gelmesi lazım,” dedim. Ama tiyatroya gelmiyor. Eşimle konuştum ve “Ben onu bu oyuna getireceğim,” dedim. Bazen bir şeyi yapacağım dediğimde mutlaka yaparım. Telefon açtım, kendimi tanıttım, arka sokakta oturduğumu da söyledim ve “Üstat sizinle eşikte iki dakika görüşebilir miyim,” dedim. Neyse gittim evine ben eşikte konuşalım dediydim, ama o beni salona aldı. Şimdinin iyi yazarlarından olan oğlu Özgür ile kızı Özge küçüktü ve ortalıkta dolaşıyorlardı. Uğur Mumcu söze girdi ve “Nedir konu,” diye sordu. Ben de “Üstad, siz devlet tiyatrolarına gelmiyorsunuz. Haklı da olabilirsiniz, fakat bir gazeteci, bir basın mensubu olarak size ve yöneticilerin yanlışlarını protesto etmenize de saygı duyuyorum. Peki bunda benim suçum nedir?” Durdu ve “Ne zaman,” diye sordu. Ben onun için en önden iki kişilik bir davetiye getirmiştim zaten. Kendisine verdim, gülümsedi ve oyunu izlemeye geldi. Sonra da Cumhuriyet’te köşesinde bu yazıyı yazmış. Ben camekan yaptım ve duvarıma astım. Bir anı işte...
Alp Öyken ile sohbet etmek çok keyifliydi. Doğrusu bitirmek istemiyordum. Sesinin tonu, vurguları o kadar etkileyiciydi ki adeta şiir gibi konuşuyordu. Dinliyor, sizi önemsiyor ve sorularınıza da büyük bir ciddiyetle yanıtlar veriyor.
Usta, hayat felsefeniz nedir?
Küçük şeylerden mutlu olmayı öğrenebildiğinde huzurlu olur insan. Yaşam mis gibi kokan bir gül, bir yasemin gibidir, rüzgârın esintisi ile kokusu size kadar gelir, içinizi bir hoş yapar. Güzel bir yemek gibidir, tadına doyum olmaz. Yaşamın her ânını çok iyi değerlendirmek ve tadını almak gerekir, hoşluklarını da fark etmek. Ne anlarda boğulmak, ne de hayatın içinde kendini yitirmemek lazım. Hiç bir şeyi bilinçsizce yaşamamak lazım. Anlayarak, bilerek, duyarak, hissederek yaşamalı her anı. Hepimiz göç edeceğiz bu dünyadan elbet, ama en az kusurla ve doygun göç etmek lazım. Ölümü düşünmek hoş değil, ama yaşamın içinde ölümün de var olduğunu bilmek doğrudur. Ben 37 yıllık canımı, eşimi kaybettim, biricik oğlum önemli bir hastalıktan sonra, yeniden sağlık buldu. Bu nedenle ben diyorum ki; en trajik olayda bile mutlaka tutunacak bir dal vardır. O dala kuvvetle tutunun ve köklü ağaç gibi olun. Ben canımı, eşimi kaybettiğimde her şeyimi en aza düşürdüm. Antidepresan bile kullanmadım bu sayede, bakın şimdi seninle bunları konuşabilecek kadar dinç ve aklım yerinde.
Söyleşimizi ‘karanfillerin öyküsünü’ anlattırmadan bitirmeye niyetim yok. Tabii biraz da son dönemde fenomen haline gelen “Savaşçı” dizisindeki “Kırlangıç Paşa”yı da konuşacağız.
Karanfiller. Şarap rengi karanfillerin öyküsü. Bir şiiri de var kendimce. Ben şair değilim asla. “Bir şeyi oldum,” demek bana doğru gelmiyor zaten. Tiyatro için de böyle. Ben bir ömrün bile yetmeyeceğini düşünüyorum tiyatrocu olabilmek için. Lakin kardeşlerim beni öyle bilirler.
“Şarap rengi karanfillerin öyküsünü illa ki yazacağım,” dedim, Gülümseyerek; “Acar gazetecisin, anladık. Tamam anlatacağım,” dedi ve başladı anlatmaya...
Belki 20 yıl öncesi. Kadir İnanır ve Gülben Ergen ile birlikte “Marziye” adlı bir dizide oynuyordum. Büyükçekmece’de dalyan vardı. Koca Sinan’ın hala kullanılan köprüsünün oradaydık. Güzel bir koku geliyordu rüzgarın esintisi ile. Karanfilden geliyordu. Karım çok sevmişti onun kokusunu. Hani o bildiğiniz kokusuz karanfillerden değil. Keskin kokulu, gerçekten karanfil. Hem de şarap rengi. 20 yıl oldu hala yaşatıyorum. Bu karanfil 5-6 yıl sonra kökü çürüyor, o nedenle öncesinde yeni kökler üretmeniz gerekiyor. Ben bu şarap renkli karanfili 20 yıldır yaşatıyorum. Şarap renkli karanfil karım için yaşıyor hala...
Alp usta şiirlerini ve notlarını yazdığı defterini açıyor, Sayfalarını karıştırıyor ve o şiiri buluyor. Başlıyor o görkemli sesi ile okumaya:
Yollar sokaklar,
sanki herkes seni soruyor,
Ne ettin sen sevgilim,
çiçekler seni soruyor...
Şarap rengi karanfilim,
hepsi gelecek mi diyor,
Ne ettin sen sevgilim
çiçekler sen kokuyor...
Nefesim, nefesin sanki,
hücrelerim soluyor,
Ne ettin sen sevgilim,
nefesim sen kokuyor...
Bir şiir daha. Ama bu şiir insanın yüreğini adeta delip geçiyor;
“Öyle girdin ki içime,
Çıkarıp içimden öpesim, koklayasım gelir...
Öyle girdin ki kalbime,
Çıkarıp kalbimi ellerine veresim gelir...
Öyle varsın ki bende,
Ben ben değilim, içimden hep sen gelir...
Öyle soğuk ki şimdi hava, bilirim üşürsün sen orada,
Kalkıp üstünü örtesim gelir...
Öyle özledim ki seni, son sanki ilk an gibi,
Öyle özledim ki seni, mezarından çıkarasım gelir...
İkimiz de duygulandık ve ustanın da, benim de gözlerimiz doldu.
“Havayı dağıtalım,” dedim ve son dönemde fenomen haline gelen “Savaşçı” dizisindeki “Kırlangıç Paşa”yı başladık konuşmaya;
Fox TV’de Pazar akşamları yayınlanan ve reytingi oldukça iyi bir dizi Savaşçı. “Kırlangıç Paşa” ise bu dizinin bence bel kemiği. Öylesine güçlü bir karakter ki en fazla 5-10 dakikalık bir rol ile adeta diziyi sırtlayıp götürüyor. Türk Silahlı Kuvvetleri bu güne kadar en çok güvenilen kurum olarak kabul edilirdi.
Bir kere Kırlangıç Paşa herhangi bir asker, herhangi bir komutan değil. Senarist o karakteri bir asker olarak yazmış ama aslında o bir filozof. Ben de bu rolü çok sevdim ve benimsedim doğrusu. Öyle ki; Savaşçı dizisi senaristi Süleyman Çobanoğlu bana “Alp B,ey siz Kırlangıç Paşa’dan daha fazla Kırlangıç Paşa oldunuz,” dedi. Senarist yazıyor biz de can veriyoruz. Bu bir takım işi. Her bölümde bir mesaj veriyoruz aslında, Türk dili ve Türk dilinin güzelliği konusunda bile bir mesaj verdik. Oyundaki genç arkadaşlardan çok umutluyum. Onlarla kıvanç duyuyorum. En zor koşullarda bile iş disiplinlerini hiç bozmadan, büyük bir ciddiyetle oynuyorlar. Bu dizi bazı gerçekleri tüm çıplaklığı ile kısmen de olsa anlatıyor. Çekimden dönüyorum bir hanımefendi bana dönerek “Sizi tanıyoruz, ama sizin diziyi izleyemiyoruz içimiz kaldırmıyor. Çok fena oluyoruz,” dedi. Ben çok sinirlendim aslında ama şöyle bir yanıt verdim kendisine “Sonuçta bu bir dizi. Siz rol icabı şehit olanları ve onun ailelerinin yaşadıklarını bile izleyemiyorsunuz. Askerimizin ne zor şartlarda ve ne kadar zor bir psikolojide görev yaptığını görmeyi de içiniz kaldırmıyor. Peki gerçekten evlatlarını şehit vermiş, annelerin, babaların yüreği nasıl kaldırsın,” şeklinde yanıt verdim, yürüdüm gittim. Evet, durum budur!
“Savaşçı” dizisi Türk Silahlı Kuvvetleri’nin yeniden güven kazanabilmesi için bir katkı sağlamış mıdır sizce?
Kesinlikle sağlamıştır. Şunu da unutmayalım, her kurumda zaman zaman yanlışlıklar, düşüşler olabilir. Ama öz bozulmadığı takdirde yine eski gücüne ve itibarına kavuşur diye düşünüyorum. Bu insanlar için de öyle değil midir? Türk Silahlı Kuvvetleri de er ya da geç bu olumsuz dönemi atlatacaktır ve kendine gelecektir. Ne olursa olsun TSK’nin yetenekleri ve başarıları da hiçbir zaman tartışılamaz. Tiyatro en az askerlik kadar disiplin ister, bu nedenle ben askerlik mesleğinden de çok uzak değilim.
Söyleşimiz burada bitiyor ama böylesine usta bir tiyatro sanatçıyı bulmuşken, benim gibi bir gazeteci bırakır mı? Bırakmaz. Çünkü tiyatroyu ve felsefesini de anlattırmam gerekliydi. Bunu geleceğe bir belge olarak bırakabilmek adına...
“Sadece tiyatro dersem, ne kadar konuşursunuz? diye sordum ustaya.
Bir solukta anlattı...
Bize doğa ve insanla sağlam iletişim kurmayı,
Yaşlandıkça genç kalmayı,
Paylaşarak çoğaltmayı,
"Boş başak dik durur" örneği yerine göre eğilmeyi,
Ama asla kırılmamayı,
Hep vermeyi,
Ama bir şey verirken davranışımızın verdiğimiz şeyden daha değerli olduğunu unutmamayı,
Sevgiyi akılla, güzeli doğruyla dengelemeyi,
Yitirdikçe kazanmayı,
Hırsların, hiçbir zaman yeteneğin boyutlarını aşmaması gerektiğini,
Mutluluğun bir akıl işi, ölümün de doğum kadar doğal olduğunu özümsemeyi öğütleyen tiyatro.
Bir insanlık sanatı, daha doğrusu önce insan olmanın sanatıdır. İnsanlık var oldukça da sürekliliğini koruyacaktır, çünkü amacı insandır. İnsanın güzelleşmesi, sevginin paylaşılması arayışı ana eylem olarak görülmektedir.
Tiyatro; insanın düşünce ve estetiğine doğrudan sunulan, beden, beyin emeğinin, tüm sanat dallarının ve de matematiğin yoğunlaştığı bir sanattır. İnsan aynaya baktığı zaman kendini görür, genellikle de beğenir. Ama içini göremez. Daha doğrusu o içindeki kişiliği kendi yaratmıştır, ondan hoşlanması kadar doğal bir şey olamaz. Ama tiyatroda gerçekle karşı karşıyadır; içini, dışını, geçmişini, bugünü, geleceğini, güzellik ve çirkinliğini görebilir.
Tiyatro amaç ve konusuyla tarihsel, düşünsel derinliklerinde bir sürü rengi ve dramatik özellikleri barındırır, görebildiğim kadarıyla. Bu renk ve dramatik unsurlar arıtılmış, süzülmüş düşünceyle yüklüdür. Onları algılayabildiğimiz boyutta düşüncenin çeşitliliği artar, giderek büyür.
Her meslekte; zorluk, emek, ter vardır. Kimi meslekler bedensel güç, kimileri beyin gücü, bazı meslekler de her ikisini birden gerektirir. Konu olarak mesleğimi seçmem, sadece ona yakınlığım, hala içinde oluşum ve yıllarımı vermiş olmamdır. Yoksa onu ayrıcalıklı bir meslek olarak gördüğümden değil. Önümüzdeki dakikalarda sizlerle birlikte onun gizini çözmeye çabalayacağım. Meslek deyince; "çalışmak" eyleminin konumuzun odak noktası olduğunu göz ardı etmek olanaksızdır. Şimdi de “Tiyatro oyunculuğunda "çalışmak" nedir?” Ona değinmek istiyorum.
"Bir karakter yaratmak", yalnızca üç sözcükle dile getirmek ne kadar kolay! Oysa karakteri sahneye, yüzlerce seyircinin gözlerine taşımak ne kadar zor! Önce metni elinize alırsınız; okursunuz, tekrar okursunuz, onu tam yorumlayabilmek için tüm altyapınızı, birikimlerinizi harekete geçirirsiniz. Ve onu uzun sure yalancı memeye alışmış bir çocuk gibi günlerce, haftalarca taşırsınız. Kahvaltıda, yemekte, hatta en önemli konuları tartışırken. Hep yanınızda olduğu için elinize almadığınız zamanlarda bile gözünüzün ucuyla onu izlersiniz, hep size bir şey söyleyecek gibidir. Ona yaklaştıkça dili çözülür, çok şey söyler. Siz o “çok şey” in özünü bulmak durumundasınız. Yani doğruyu. “Doğru ve Güzeli”. Yanlış yönlenme metni yaratana ihanettir.
Çevrede, geçmişteki çevrenizde o kişiyi ararsanız, parça parça görüntüler gelir bilinçaltından. Bir tavır, bir vurgulama, bir söyleşi gelir aklınıza. “Hah,” dersiniz; yeter mi? Asla! Bir süre sonra bakarsınız ki ana rahmindeki çocuk gibi, baş, kol ve bacaklar ortaya çıkmıştır. Yine de çocuğun doğumu için bir sürü aşama vardır. Artık her dakikanız onunla dolmuştur. Hissettirmemeye çalışırsınız ama en yakın çevrenizle bile bir yabancılaşma olmuştur, sizi anlamaları çok zordur. “Nasıl ezberliyorsun bu kadar Iafı?” diye sorarlar. Sanki ezberlemek her şeyi halletmek demek. Uzatmayalım provalar başar, rol arkadaşlarınız; “Çok iyi her şey yolunda” der; ama ilk günlerde eliniz, kolunuz size fazla gelmeye başlar, her yeni rolde bir yeni acemi hissedersiniz kendinizi, olacağı çok iyi bildiğiniz halde şaşkınlık içindesinizdir.
Günler ilerler, son provalara yani ilk oyuna yaklaşmışsınızdır. Çocuk doğacaktır, doğanın kanunu, vazgeçilemez. Amaç sağlıklı doğumdur, bu da sanatın, emeğin koşuludur. Sonunda doğum gerçekleşir, yani ilk oyun gecesi. Ama tuhaftır, doğaya uygun olmayan yeni bir dönem başlar, sancılar devam eder, zaman zaman hafiflese de alkışlar ile birlikte son oyuna kadar devam eder. Bunun yanında özel yaşamınızda kişiliğinizi sürdürmek durumundasınız, ama doğan çocuk sizi bırakmaz, sizinle birlikte yaşar. Zor bir dönem; ona vereceğiniz sevgi çok büyük olacaktır tartışmasız. Ama asla sizi avucunun içine almasına fırsat vermemelisiniz. Yoksa sokakta yürürken bile rol kesen, beğenilmek duygusunu dizginleyememiş aktörlere dönersiniz. Zaten bu duygulara kapıldıysanız, yarattığınız karakterin de uyum ve doğruluğu kuşkuludur. Yalnızca içgüdü ye duygularla oluşan rol güzel olabilir, ama doğruluğu tartışılır. Akıl süzgecinden geçmeyen ne doğru olabilir ki?
Artık yaşanan bu süreçten sonra sıra, ortaya çıkan ürün ve emeğin tadını çıkarmaya gelir. Akıl ve emek başarılıdır. Tüm yaşam koşullarına, yozlaşmalara karşın; doğru amaca ulaştıysanız, yine de seyirciniz vardır, alkış ayaktadır. Uğraş sürmektedir; hasta olsanız, içiniz kan ağlasa, en yakınınız yaşam savaşı veriyor olsa bile, güldürürken gözyaşıyla ter birbirine karışsa bile, selamda size hedeflenen bakışların verdiği güçle, uğraş sürmektedir, ta ki son geceye kadar. Acaba bu çalışma, perdenin her akşam açılış ve kapanışıyla mı sınırlıdır? Hayır! Bazı geceler replikleri sayıklarsınız rüyanızda. Eğer o karaktere sıkı sıkı sarıldıysanız, o da sizi hiç rahat bırakmaz. Doyumsuzdur. Daha fazla ilgi, sürekli çaba ister. Öyle ki; temsil sonrası yolda giderken ya da evinize geldiğinizde, ki o da sizinle gelir, "Tuh ya! O repliği böyle vurgulasaydım daha güzel olurdu," diye, kendi kendinize serzenişte bulunursunuz. Bir sanatçı, görevinin yalnızca sahne ile sınırlı olmadığının bilincinde olmalıdır. Davranış ve uygulamalarıyla görevini pekiştirmek ya da zayıflatmak olasılığını gözden ve gönülden ırak tutmadan, dış yaşamda da yapılması gereken bu çalışmaları, ılımlı, dayanıklı, sağ görülü ve adil olma kavramlarını asla unutmadan gerçekleştirebilmelidir.
Sanatçı olarak görev bilinci gerçeğini kavradıysak, dış yaşamda da bunları eyleme dönüştürmeyi olabildiğince sürekli davranış biçimi haline getirebildiysek, en büyük acılarla karşılaştığımızda bile, giderek acılarımızın hafiflediğini, sonunda da acıların yerini anıların, esenlik ve mutluluğun aldığını görürüz. Çünkü o bize başkalarının acı, sevinç ve başarısını paylaşmayı salık vermiştir. Dış dünyadaki davranışlarımızın toplum çıkarına olmasını, düşünmeyi, düşünce ve düşünme özgürlüğüne kesinkes saygı duymayı, çok aykırı gelen bir olayda bile tepki verirken karşımızdakini kırmak değil, ufacık alınganlığa dahi neden olmadan yanıt verebilme güç ve hoşgörüsünü, incitmeden incinmeden, gözden göze, gönülden gönüle iletişim kurabilme yetisini ve yetinme olgunluğunu bize, sanat; bir insan ilişkileri yumağı olan tiyatro öğretir. Onun içindir ki “Yaşam bir tiyatrodur,” derler. Bana da öyle geliyor.
Mesleğimde daha güzel ve doğruyu aramak kaçınılmazdır. Bazı durumlarda ona ulaştığınızı bile sanabilirsiniz. Sizi ödüllendirirler. Ama göreceli bir davranıştır bu. Yanılgıya kapılmamak gerekir. Beğenilmenin o çok hoş olan kokusu sizi sarhoş edebilir. Bu sarhoşluğu aşırı benimseyip, olumsuz eleştirilere ve kendi öz eleştirinize kulak tıkarsanız, yitirdiklerini yeniden kazanmak için sıfırdan başlayacak gücü kendinizde bulamayabilirsiniz.
Peki nedir bu sıfırdan başlamak olayı? Şunu anladım ki insan yitirdikçe; yani sıfırladıkça, kazandıklarının değerini, yaşamın ne kadar hoş aynı zamanda da boş olduğunu öğretiyor. Yalnız! Bu boşluğu hiç küçümsemeyelim. O, hırslarımızın törpülenmesini sağlar; doyumluluk nedir, sorusunun yanıtını içerir.
Tiyatro, sevginin yoğunlaştığı yerdir. Bu sevginin dış yaşama da suya atılan bir taş gibi halkalar halinde genişleyerek yayılmasını sağlamak sanatçının görevidir. İşte o zaman, adı bazen hatırlanmasa bile, seyircinin gönlünde yerini bulur. Sevgiyi cömertçe verdiğimizden kuşku duymasak bile, eğer en azından yakınımızdakilerin yüzünden, gözlerinden, daha da ötesi ses titreşimlerinden okuyamıyorsak, istemeyerek de olsa haksızlığa uğramış ya da uğratılmış bir kişiden, doğrudan veya davranışlarımızla özür dileme yüceliğini gösteremiyorsak, en azından telefonla arayıp, "Özledim, sesini duymak istedim," diyemiyorsak, sevginin hangi türünden söz ediyoruz acaba? O sevgi ki aklımız, çabamız, incelik ve gerekli ilgi ile bütünleşmediği sürece gerçek amacına ulaşmaz ki!
Tiyatro oyunculuğundaki heyecan tüketildiği zaman işi bırakmayı gerektirir. Bu arada bazen merakla sorulan bir soru var; “Siz tiyatro oyuncuları için bir topluluk karşısında konuşmak, iletişim kurmak daha kolay, değil mi?” Hayır, her zaman öyle değil. Bence, sahnede yüzlerce çift gözün hedefi olup da son derece başarılı olan meslektaşlarımın bazı dış çalışmalarda tökezlediğine tanık olmuşumdur. En başta da kendim. Oysa tiyatroda role, rolde size, kapılıp gidersiniz.
Sadede gelelim, ne demiş Yunus;
"Az söz erin yüküdür,
Çok söz hayvan yüküdür." Ne de güzel söylemiş…
Neyse geldik yaratılan karakterin sonuna, ya da oyunun son gecesine. İçinizi bir burukluk kaplar, bu kez eliniz ayağınız koparılmış gibidir. Tüm emeği geçenlerle vedalaşırken sanki uzun bir yolculuğa çıkacakmışsınız duygusuna kapılırsınız. Eğer yaşınız ilerlediyse benim gibi donup kalırsınız. Gerçekten yolcu edeceklerdir sizi. Döner bakarsınız sahneye; "Ben şimdiye kadar ne yaptım?" der, ama sanki hiçbir şey olmamış gibi hissedersiniz. Döner bakarsanız o sahneye, boş koltuklara, her şey buza yazılmış gibidir. Salonun kapısına geldiğinizde, son bir defa daha koklamak istersiniz sahnenin, koltukların ağaç kokusunu, hepsi sıradan bir ağaçtan yapılmış olsa bile!
Hay sen çok yaşa e mi, beynine sağlık be ustam...